Biz Ne İstediğimizi Biliyoruz


BİZ NE İSTEDİĞİMİZİ BİLİYORUZ |

Şeyh Sait isyanının bastırılmasından hemen sonra, 27 Nisan 1925 tarihinde, Başvekil İsmet İnönü, Vakit Gazetesi’ne verdiği beyanatında aynen şunları söylüyordu:
Milliyet tek birleştiricimizdir. Diğer unsurlar Türk çoğunluğu karşısında etkileme gücüne sahip değildir. Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları derhal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelikler her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır…
Memleketin, kürtçü ve gerici isyanlarla çalkalandığı zamanlarda, eski rejimlerden kalma gelenek aynen devam ettiriliyor, kan ve can vergisi Türk çocuklarına kesiliyor, Türk çocukları yine her zaman olduğu gibi hiçbir karşılık beklemeden memleket uğrunda lazım gelen görevi yerine getiriyordu. Yukarıdaki sözlerin sahibi, yerini sağlamlaştırdıktan ve baş vekillikten milli şefliğe terfii ettikten sonra, dünyada ve özellikle komünist Rusya’da dalgalanan ‘soysuzluk’ rüzgârlarına kapılıyor, 19 Mayıs 1944 tarihinde verdiği nutukta şunları söyleyebiliyordu: ‘Irkçılara, Milletin mukadderatını kaptırmamak için Cumhuriyetin bütün tedbirlerini alacağız...Türkiye’nin ırkçı ve Turancı olması lâzım geldiğini iddia edenler, hangi millete faydalı, kimlerin maksadına yararlıdırlar? Türk milletine yalnız belâ ve felâket getirecek olan bu fikirleri yürütmek isteyenlerin Türk milletine hiçbir hizmetleri olamayacağı muhakkaktır.
1925 yılında Türklere ve Türkçülere muhtaç olduğu için, bunların dışında kalanları kesip atacağını ilân eden devletin en makamlı şahsiyeti, bu emir ve idareyle yetişmiş olan bir nesli, 1944 yılında, hem de Türk ırkçısı oldukları için farklı milletlere hizmet etmekle itham ediyordu. Bu döneklik ve ihanet, Türklerin yüzyıllarca göğüs germek zorunda kaldıkları makus talihidir. Kan ve can vergisi arandığında, fedakârlık beklendiğinde müracaat edilen birinci merkez Türk milleti olmuş; aynı millet, beslediği, koruduğu, kolladığı, uğrunda her türlü cefaya lâyık görüldüğü devlet tarafından, her fırsatta sırtından vurulmuştur. Bunun örnekleri, bir yazının çapını aşacak kadar çoktur.
Günümüz Türkiye’si, bu ‘arkadan vurmaların’ zirve noktasına ulaştığı tiyatro sahnesidir. Demokrasinin adını ananlar, kendilerinde her türlü ihanet hakkı gören ve katil suratlarını, özgürlük maskesinin arkasında ustaca saklayan mikrofon sahipleridir. Karmaşık görünse de basit bir savaş şekli yaşıyoruz. Yetmişiki göbekten herhangi bir atası, herhangi bir Türk tarafından tepelenmiş herkes, şuur altında sakladığı, dışa vurmaktan ödü koptuğu ne kadar kini varsa kusmakta, zincirini koparmış köpekler gibi, eski sahiplerine çemkirmektedir. Bir kürt, neyin karşılığında kazandığı belli olmayan bir ifade hürriyetinin arkasına sığınarak, bin yıl önceki atalarını tepeleyenlerin, şimdiki torunlarının Anadolu’yu terk etmesini, Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden, hem de yüksek sesle talep edebiliyor. O kürdün, bin yıl önceki davaları gütmesi demokrasi ve ifade hürriyeti sayılırken, boynunu büküp babasının malı olan ülkeden gitmesi istenen Türk’ün, her türlü cevabı faşistlik ve soyculuk sayılıyor.
Bu hareketlerden ikisi de ırkçılıktır. Bir kimsenin, babasından kalan malı, miras olarak devralması ne kadar doğal bir haksa, ecdadından kalan meselelere sahip çıkması da o kadar doğal haktır. Tarih, sadece bu türlü meselelerin çözüm şekillerini sıralayan bilim dalıdır. Atalarının ve soydaşlarının davasını güden iki taraftan birisi demokrat, birisi faşist ilan edilemez. İkisi de basitçe ve açıkça ırkçıdır. Dünyada -gelmiş geçmiş- bütün büyük meseleler milliyet davasının neticesidir. Devletler, kim tarafından kurulursa kurulsun, kurucu olan milletin adıyla anılır. Anadolu’ya, biz ne dersek diyelim, hangi hanedan tarafından yönetilirse yönetilsin, 1000 yıldır bütün dünya tarihi ‘Türkiye’ diye anmaktadır. Yabancı tarihçilerin kaynaklarını inceleyen herkes bunu açıkça görecektir. Suudi Arabistan, İran, Afganistan gibi ülkeler, kendilerini İslam devleti vs. isimlerle isimlendirdiği halde, bütün insanlık, o devletleri, idaredeki milletin ya da kabilenin adıyla anmaya devam edecektir. Demokrasinin, hümanizmin, milliyetsizlik (soysuzluk) fikirlerinin ve akımlarının çıkış merkezi olarak gösterilen ve tarif edilen bütün Avrupa ülkeleri, halen -geçmişte olduğu gibi- o ülkeyi kuran ve hâkim olan milletin adıyla anılmaktadır. Fransa, Almanya, İngiltere, Rusya vardır; fakat hiçbir tarihte Komünistya, Hünamistya, İslamistya, Demokratya adlı ülke kurulmamıştır; kurulmayacaktır.
Cumhuriyet Türkiye’si, buz gibi etnik bir tanım ve bir ırk adı olan ‘Türk’ kelimesini, siyasi bir şekle sokmaya ve soydaşlık değil de vatandaşlık ifadesi yüklemeye çalışmış; geldiğimiz noktada başını, içinden çıkılamaz bir belaya sokmuştur. Yüz yaşında bile olmayan yasalar, kanunlar, millet meclisi hükümleri ne derse desin, ‘Türk’ bir millet adıdır ve sadece bir vatandaşlık hukukunu değil, binlerce yıllık bir maziyi ve birikimi de ifade eder. Bugün Anadolu’da, Türklük sıfatını bir vatandaşlık çatısı olarak kabul etmeyip bu çatı altında yaşamayı reddeden birçok etnik yığıntı ve kalabalık mevcuttur. Türklüğe oranla kalabalık olmayan, fakat kalabalık sıfatından başka bir sıfatı da hak etmeyen bu yığınlara, ‘Türklüğü kabul edip etmedikleri’ sorulagelmiş; bunların cevapları da hem fiilî hem fikrî olarak değişmemiştir. Yaptıkları isyanlar, katliamlar, ihanetler, sabotajlar, kundaklamalar, baskınlar ve söylemler, bizim ve bütün dünyanın malumudur. Türkiye’de, öteden beri, sadece Türklere bu soru sorulmamıştır. Hiçbir makam, hiçbir yetkili, hiçbir araştırmacı, Türklük çatısı altında, Türk’ten gelmeyenleri, Türk’ten olmayanları, Türk’ü sevmeyenleri isteyip istemediğimizi bize sormamıştır. Çocuklarımızın katillerini, ormanlarımızı yakanları, geçmişte savaştığımız ve düşmanımız olan milletlerle ittifak edenleri, kendi evimizin çatısı altında görmek istiyor muyuz?
Kimse sormadı!
Vereceğimiz cevap açık ve net olduğu için, böyle gelmiş olanın, böyle gitmesini isteyenler, cevap hakkımızı dahi elimizden almıştır. Şimdi açıkça ilan edelim:
Türklük bir ülkenin vatandaşlık tanımı değildir. Binlerce yıllık mazinin, kaynağı, yolu, kültürü, dili, babası belli bir milletin adıdır. Mevcut bütün haklarını, bedelini ödeyerek, felâketlere, katliamlara, savaşlara, belalara göğüs gererek kazanmıştır. Kaybettiği her şeyi ihanetle, hileyle, arkadan vurularak kaybetmiştir. Dünyanın ve tarihin birçok sefil halkına vatan vermiş, birçok vatansız topluluğun karnını doyurmuş, yüzlerce aciz etnik topluma merhamet göstermiştir. Ne Zagros dağlarında şeytanın peygamberi olduğunu iddia eden bir kürdün, ne yurdunu bırakıp kaçmış bir çerkezin, ne de tarihin hiçbir devrinde kendi vatanı olmamış çingenenin kimliği Türk değildir. Türk kimliği, herkesin babasından kalan mirası gibi, sadece Türklerin kimliğidir.
Pekiyi; Türklüğü hakir görerek reddedenler, ‘etnik bir kimlik’ diyerek kuş kadar beyniyle aşağılayanlar, neticesinden Türkçülüğe faşistlik yaftası yapıştıranlar kimlerdir?
Türklerin, ne karşılığında Anadolu’yu Türkiye yaptığı, Türk dünyasının adını neyin karşılığında koyduğu, nereden geldiği ortadadır! Türklüğün ve Türkçülüğün, demokrat maskeli, özgürlükçü suratlı, liberal sıfatlı düşmanları, nereden aldıkları hakla, tası tarağı toplayıp gitmemizi ya da gık demeden oturmamızı bekliyor? Bu arsızlık ve haddini unutmuşluğun kaynağı nedir?
Cevabı da biz vereceğiz...
‘Çingeneyi kadı yaparsan; önce babasını kesermiş’
Türklükle kürtlüğün eşit olmadığı gerçeğini ifade ettiği için, ırkçılıkla suçlanan milletvekili bayan, cumhuriyetçi olduğunu öne sürerek, ırkçılık suçlamalarından kendisini aklamaya çalıştı. Yazımızın başında verdiğimiz örnekte de cumhuriyetçilerin, ırkçılara karşı tavrını yazmıştık. Cumhuriyetçilik fikrinin babası, aslen İrlandalı olduğu halde Fransız geçinen, Maximilien Robespierre’dir. Başka bir milletin ekmeğini yiyerek, kültürünü kabul ederek, nimetlerinden faydalanarak büyümüş ve o milletin devletini yönetmeye aday olan adamın, Fransız milliyetçisi olmasını beklemek komik olurdu zaten. Irkçılık ithamından, cumhuriyetçi olduğunu söyleyerek ve Türklüğü uydurma bir vatandaşlık tanımı olarak göstererek yırtmaya çalışan bayan vekil, kimliğini taşıdığı cumhuriyeti kuranların icraatlarını ve üyesi olduğu partinin, mazideki ırkçı uygulamalarını unutmuş olacak. Mezar açarak, kafatası ölçmek gibi Türkçüleri bile şaşırtan icraatlar kimindir? Hatay’ı kurtarmaya çalışmak ve bu uğurda mücadele etmek gibi bir hareket ırkçılık değilse ne oluyor acaba?
Geçelim....
Bütün cumhuriyetçiler unutmuş olabilir ama hatırlatmak bizim vazifemizdir. Cumhuriyetçilik fikrinin babası ve uygulayıcısı Robespierre’in ellerindeki kanın milyarda biri bile Türkçülerin eline bulaşmamıştır. Özgürlük maskesi, olsa olsa onun ve Jakoben partililerinin kanlı suratlarını gizlemek için kullanılmıştır. O cumhuriyetçiler öyle kanlı bir cinnet ortamı yaratmışlardı ki, kendi kurdukları giyotin meydanlarında kendi kafaları kesilene kadar idam ettikleri Fransız’ın tam sayısı halâ tespit edilemiyor.
Türklükle düşmanlıkları bitmeyen, karın ağrıları bir türlü dinmeyen diğer bir güruh da solaklardır. Kaç çeşit olduklarını kendileri bile tespit edemediği halde, ortak noktaları tektir: Adlarına ne denirse densin; bütün solakların fikir babaları ya da abide şahsiyetleri ‘dışarıdadır’. Hariçten gazel okurlar yani...
Fikirlerini ve şuurlarını teslim ettikleri Moskova’nın ya da Pekin’in katlettiği insanların sayısını düşünmeden, insanlık adına konuşmaları arsızlık değilse yüzsüzlüktür. Sadece Rusya’da, komünizm adına öldürülen insan sayısı 45 milyondur ve aynı tarihlerde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin toplam nüfusu 12 milyondu. Güney Amerika’yı birleştirmek için eline silah alıp dağa çıkan Che adlı serseri, onlara göre kahramandır ama Türk birliğinden bahsedeni de faşist ilan etmekten utanmıyorlar. Demokrat geçinen ve ekmeğini demokrasiden yiyenlerin, ırkçılara düşmanlık etmesi ve saldırgan tavırlarıysa yüzsüzlükten başka bir şey değildir. Demokrasi adına yapılan katliamları, dökülen kanları toplamaya kalksak, mevcut insanlığın nüfusundan fazla insanın demokratlar eliyle katledildiğini göreceğiz. Sadece 1500 yılından 1650 yılına kadar ve sadece Amerika kıtasında, başta 65 milyon olan insan nüfusunu 150 yılın sonunda 15 milyona kadar düşüren demokratlar değil midir? Dünya tarihinde, üzerinde yaşayan mikro-organizmalardan, ‘istisnasız’ bütün insanlarına kadar, tek hareketle iki şehri haritadan silen demokratlar değil midir? Afganistan’ı, Irak’ı, Libya’yı ve şu anda Mali’yi işgal eden, silahsız insanlara kimyasal, nükleer, biyolojik her türlü silahla saldıran, sorgusuz sualsiz, kadın, çocuk, yaşlı demeden katleden, demokratlar mıdır, değil midir? Demokratların cinayetleri ve katliamları da bu yazının sınırlarına sığmayacak kadar çok ve vicdanların kabul etmeyeceği kadar acımasızdır.
İslam davası güden orduların, Türk coğrafyalarında, Talkan ve Curcan gibi beldelerde giriştikleri katliamları, çocuklu kadınları ateşe atmaya kadar varan gözü dönmüş cinayetleri kim inkâr edebilir? Hristiyan haçlı ordularının, Antakya ve İznik’te yaptıkları katliamları, Papa Urban’ın emirleriyle, esirlerin ve katledilenlerin etlerini yediklerini, tuzlamadan yiyenlerin cehennemlik ilân edildiği papalık emirlerini kim inkâr edebilir?
Geçelim...
‘Irkçıyız’ dediğimiz zaman, bize Alman Nazisi ya da İtalyan faşisti muamelesi yapanlar, kendisini Avrupa Yahudi’si sanan soysuzlardır. Nazilerin, ya da Faşistlerin yaptıkları siyasi cinayetler, Türk ırkçılarını hangi alâkayla ve ne sebeple bağlayacak? Biz, Versay Antlaşması’yla ülkesinin egemenlik hakkını kaybetmiş Alman mıyız ya da İtalya’da seçimlerde yüksek oy almak için Faşizan söylem peşine düşmüş İtalyan mıyız? Bizi, Türk ırkçısı olduğumuz için Faşist ya da Nazistlerle aynı kefeye koyanlar, onların icraatlarının sorumluluğunu bize yükleyenler, Amerikalı demokratların yaptıkları katliamların ve kitle imha savaşlarının sorumluluğunu alıyorlar mı? İslam davası adına, bizi şeytanın davasını gütmekle suçlayanlar, Talkan ve Curcan’da kucağındaki bebekle ateşe atılan annelerin sorumluluğunu üstleniyorlar mı? Türk ırkçılarını, Alman ırkçılarıyla bir tutarak, şurada burada çöreklendikleri köşelerinden çatallı dillerini bize karşı sallayan kripto Yahudiler, İsrail’in dünyanın gözü önünde yaptığı çocuk cinayetlerini sahipleniyorlar mı? Irkçılığa en sert muhalefeti yapan papaz takımı, haçlı ordularının yaptığı adi cinayetleri ve bizzat papaları tarafından, insan yemeye dair verilen vaazları ne çabuk unuttu? Komünist devletler tarafından muhalif kabul edilenlerin, halka açık yerlerde fırında yakılarak idam edildiğini, Türkiye’de bir Ermeni için ortalığı yıkan solaklar bilmiyor mu?
Hadi oradan sahtekâr sürüsü!
Türk ırkçılarının eli, yüzü temizdir!
Alınları aktır!
Kim, hangi makam sahibi, hangi şuurlu ve beyinli kimse, bir Türk ırkçısı tarafından katledilmiş bir tek çocuk gösterebilir? Türk ırkçıları tarafından atom bombası atılmış bir şehir, işgal edildikten sonra tecavüze ve katliama uğramış bir ülke, fırında yakılmış bir muhalif, giyotinle kafası kesilmiş bir köylü duyan ya da gören var mı acaba? Türkiye’de Türklüğün ve Türkçülüğün, gördüğü haksız muameleyi ve kimlerde korku yarattığını anlamak için, kafaların kumdan çıkarılması yeterlidir. Eşcinselin, travestinin, fahişenin bile sivil toplumda temsil edilebildiği, teröristle kucaklaşanın, 30.000 kişinin katilinin, her görüşten her çeşit insanın mecliste, basında sesini duyurabildiği, mevcut rejimi yıkmak amacıyla çalışan TKP’nin bile yasal parti olabildiği Türkiye’de, Türk ırkçılarının cadı avına tabi tutulduğu ve engizisyon gibi anlayışsız yargılara çarptırıldığı yalan mıdır? Bu manzara içinde, milliyetçi geçindiği halde etnik bir isim olarak Türk kelimesini telaffuz etmekten ödü kopanları, milliyetçiliği sulandırmak ve kendi soyunu inkâr etmek pahasına yadlara yaranmaya çalışanları gördük ve midemiz bulanarak izledik. Kimin zoruna gider, kim gocunur, kim tepinir bilemeyiz; ama söylemekten iftihar etmeye devam edeceğiz:
Türk bir millet adıdır!
Dünya milletleri içinde mazisi en temiz ve alnı en ak olan, işte bu millettir.
Türkler, Türkiye’yi Roma adlı devletten almış ve o 1000 yaşındaki devleti tarih sahnesinden silmiştir. 1000 yıldır da Türkiye adını kazıdığı bu ülkede varlığını devam ettirmek için her türlü kan ve can vergisini ödemiştir. İşte biz, bu milletin bir ferdi olmaktan ve o temiz maziyi paylaşmaktan iftihar ediyor ve gurur duyuyoruz. Dost, düşman, dağlar, taşlar şunu bilsin ki; dünyanın sonuna kadar, bedeli ne olursa olsun, kime dokunursa dokunsun, Türk adını bu topraklarda yaşatmaya devam edeceğiz!
Türk bir ırkın adıdır ve biz kendi ırkımızın ırkçısıyız!
Ne olacak?
15 Mart 2013

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ATATÜRK NE YAPMAMIŞTIR?

IRKÇI MISIN? - 4

ZENCİ