Dönekler


DÖNEKLER |
Mustafa Suphi Trabzon’da doğmuştur. Kudüs, Şam, Paris, İstanbul, Erzurum, Sinop, Moskova, Bakü, Sibirya, Kırım ve Odessa’yı dolaştı. Tekrar Anadolu’ya geldiğinde önce Kars’ta, sonra Erzurum’da dayak yedi. Dünya turu atıp, doğduğu Trabzon’da kafası kesilerek öldürüldü.
Gittiği her yerin fikrinden etkilenip, bulduğu her siyasi ortamın adamı oldu. Fransa’da Fransız yazarlardan etkilendi. İstanbul’a geldiğinde İttihat Terakki’yle siyasete atıldı. Türkçü Ahmet Ferit Tek’in kurduğu ve Türkçü Yusuf Akçura’nın da yöneticisi olduğu, ilk Türkçü partimiz Milli Meşrutiyet Fırkası’nın da kuruluşunda bulundu. Ahmet Ferit Tek 1915’te Sinop’ta Turan adında bir kitap yayınladığı sırada, Mustafa Suphi çoktan Moskof köpeği olmuş, Doğu cephemizde esir düşen askerlerimize Bolşevik masalları okumaya başlamıştı. Pisliğini Anadolu’ya taşımaya çalışırken, geberdi gitti. Anadolu’ya birlikte geldikleri çete, toplamda 15 kişiydi. Trabzon’da 14 tanesi katledildi. Bir tanesini kayıkla geri getirdiler. Mustafa Suphi’nin komünistliğinin anahtarı işte o kişidir. Adı Maria’ydı. Bolşevik ajanı olduğu anlaşılmasın diye Türkiye Komünist Partisi kayıtlarına Meryem olarak kaydedildi. Rize’de öldü.
Ethem Nejat… O da aslen Türk’tür. Türkçü Ahmet Ferit Tek’in kurduğu ve Türkçü Yusuf Akçura’nın da yöneticisi olduğu Milli Meşrutiyet Fırkası’nda siyasete atılmıştır. Yeni Fikir adında Türkçü bir dergi çıkarır. Türk Ocakları’nın dergisi Türk Yurdu’nda yazılar yazar. Dergi’nin Manastır muhabirliğini yapar. Ömer Seyfettin’le Türk Kadını, Ziya Gökalp’le Çocuk Dünyası adlı dergilerde birlikte çalışır. Bursa’da Rumlara karşı bir alışveriş boykotunu bizzat örgütler ve Türk Gücü adında bir dernek kurar.  Yiğit Türkler ve Çiftlik Müdürü adlı iki hikâye yayınlar. İkisinde de Turan fikrine vurgu yapar. Sonra Almanya’ya gider ve bir yıl Berlin’de çalışır. Sihirli değnek dokunmuş gibi, o bir yıl içinde komünist oluverir. Almanya’yla ittifak ettiğimiz yıllardır. Türkiye’den en seçme, en gözde gençler toplanıp Almanya’ya gönderiliyor. Bu gençler de Berlin’de Türk Kulübü adlı yerde toplanıyorlar. Aynı yıllar, Almanya’da komünizmin ayyuka çıktığı yıllar. Spartakistler adında bir Alman grubuna özenip, kendi kendilerine Türk Spartakist oluyorlar. Savaşlarla aç ve bitap düşmüş millet, ceplerine harçlık koyup, ilim irfan öğrenmeye gönderiyor. Bunlar pislik, mikrop, virüs toplayıp geliyorlar.
Uzatmayalım!
Mustafa Suphi başkanlığında kurulan Komünist Partisi’ne sekreter oldu. Mustafa Suphi’yle birlikte Anadolu’ya geçince aynı kayıkta öldürüldü.
Tevfik Fikret’in babası Türk’tür. Anası, 1822’de yapılan Yunan ayaklanmasında yetim kalmış bir Rum’dur. Yani anasının ailesi, o isyanı çıkaran Rumlardandır. Yetim kalınca Osmanlı bakıp büyütmüş. Tevfik Fikret 12 yaşındayken, hac dönüşünde ölmüştür. Yazarlık hayatı Malumat Dergisi’nde başladı. Abdülhamit Han’ı öven şiirler yazarak şairliğe girişti. Servet-i Fünun’a geçince en ateşli milliyetçi şiirlerin yazarı oluverdi. Abdülhamit’i eleştiren bir şiir yazdığı gerekçesiyle evi aranınca bir anda o çok sevdiği Abdülhamit Han’ın düşmanı oldu. O kadarla da kalmadı, din, devlet, millet, ahlâk gibi kavramların hepsine cephe aldı. Eşiyle çay partilerine katılmak gibi tepki çekeceğini bildiği hareketleri kasıtlı olarak yaptı. Meşrutiyetin ilanı ve İttihat Terakki iktidarıyla birlikte bir keskin dönüş daha yaptı. Millet Şarkısı adlı bir marş yazmış ki dillere destan!
‘Millet yoludur, Hakk yoludur tuttuğumuz yol;
Ey Hakk, yaşa ey sevgili millet, yaşa... Var ol!’
diyordu artık.
İstanbul’u lanetleyen ‘Sis’ adlı bir şiir yazmış adam ‘Rücu’ adlı bir geri dönüş şiiri yazarak özür diliyordu. İstanbul için yazdığı ilk şiirde:
‘Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı müsahhir,
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir’
diyen adam, hükümet değişince, aynı İstanbul için:
‘Sen, ey muhît-i teceddüd, o leyl-imenhûsun
Seninle nisbeti yok; sen şereflisin, ulusun’
demeye başlamıştı.
Gelişine methiyeler dizdiği İttihat Terakki’ye muhalif olması da uzun sürmedi … Önce bakanlık teklifini reddetti, sonra o bakanlığı alan adamın müdürlük teklifini kabul etti, sonra o müdürlükten de istifa etti. Oğlu Haluk, onun nazarında bir modeldi. Oğlunu okuması için yurt dışına gönderdi. Hayatı boyunca eğitimde yenilik, gençliğin terbiyesi gibi konularda durmadan fikir yürüten, ölene kadar Robert Kolej’de idarecilik ve öğretmenlik yapan, İttihat Terakki’nin, eğitim bakanı yapmak istediği bu adamın işte o model diye tanıttığı oğlu, İskoçya’da Hristiyan, Amerika’da papaz oldu. Ölene kadar da geri dönmedi. Şiirlerini tek tek irdeleyerek, hayatının dönüşlerini göstermek ve kişiliğini yerin dibine sokmak da mümkün ama okuyucunun vaktini ziyan etmek istemem. Merak eden birkaç şiirini peş peşe okusa kâfidir. Kendisiyle ilgili en özet tanımı Mehmet Akif yapmıştır:
‘Heyhat! Kimi garbın yalınız fuhşuna hasbî simsar;
Kimi İran malı der, köhne alır, hurda satar!
Eski divanlarınız dopdolu oğlanla şarab;
Biradan, fahişeden başka nedir şi’r-i şebab?
Serseri: hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok;
Feylosof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok!
Şimdi Allah’a söver… sonra biraz bol para ver:
Hiç utanmaz; protestanlara zangoçluk eder!’

Milliyetçiden milliyetsize, Allahçıdan Allahsıza, vatancıdan vatansıza dönmesi normaldir. Ana tarafı Rum devşirmesi, baba tarafı da Rum’u eş edecek karakterde olunca, bu gel git akıl doğaldır.
Fakat!
Hepsi bu kadar değil. Yunan isyanından sonra yetim kalan annesinin bir erkek kardeşi vardı. Ailesi Yunan isyanına katıldığı için yetim kalan o erkek çocuk, daha sonra Trabzon valisi oldu. Tevfik Fikret, işte o dayısının kızıyla, kız 15 yaşındayken evlendi. Sonradan papaz olan Halûk’un anası, işte o kadındır. Tevfik Fikret’in içinde bulunduğu psikolojik bunalımın nedeni, asıl bu durumda yatar.
Falih Rıfkı Atay… İstanbul’da doğmuş. İttihat Terakki’nin en önde gelen simalarıyla haşır neşir olmuş. Talat Paşa’nın yanında Bükreş’e gitmiş. Türkçülükten başka adı olmayan ilk yazılarını, İttihat Terakki’nin gazetesi Tanin’de yayınlamış.  I. Dünya Savaşı’nda Suriye Cephesi’ne gitmiş. Cemal Paşa’nın özel kâtipliğini yapmış. Devrin iktidarından mutlaka bir kâtiplik, bir memurluk kapmış. Cumhuriyet kurulunca da bu yancılık bitmemiş. 1923’te meclise girmiş, 27 yıl çıkmamış. Anında Kemalist ve batıcı oluvermiş. Başbuğ’un sofrasında hep bir lokma bulabilmiş. Devrin modasına uyup, eşi Saliha hanımı, eski usûl bir kadın olduğu için boşadı. Yeni eşini tanıştırdığı anda, Saliha Hanım’a hürmet besleyen Atatürk’ün hakaretine muhatap oldu. Hayatı boyunca Atatürk’ün sırtından geçindi. Karşılığını da dalkavukluk olarak ödedi. 3 Mayıs olaylarına sebebiyet veren Atsız-Sabahattin Ali davası, onun baş yazarlığı zamanında, Ulus Gazetesi’nin kışkırtmasıyla açılmıştır. Atsız- Sabahattin Ali davası görülecekken, 3 Mayıs olayları olunca, dava yine bunun kışkırtmasıyla Irkçılık-Turancılık Davası’na dönüştü ve meşhur işkenceler başladı. Yoldaşı ve kendisi gibi dalkavuk Yakup Kadri’yle birlikte köşelerinden Türkçülere atmadık iftira, demedik laf bırakmadılar. Hüseyin Nihal Atsız, Irkçılık- Turancılık Davası’nın ilk duruşmasında verdiği ifadede Falih Rıfkı’nın, Türkçü olarak çıktığı yolda nasıl bir Türkçü düşmanı olduğunu anlatıyor:
‘Falih Rıfkı, Ankara nümayişinden mevkuf olan gençlerin henüz polis tahkikatı yapılırken Ulus Gazetesi’nde kışkırtıcı ve iftiracı yazılarla vak’ayı büyütmüş, efkâr-ı umûmiyede heyecan uyandırmıştır. 3 Mayıs’ta polis tarafından tevkif olunan yüze yakın gencin henüz polis sorgusu bile yapılmadan Falih Rıfkı, 7 Mayıs’ta kışkırtıcı neşriyata başlamış, bu yalan neşriyat 8,9,11,13,14,18 Mayıs tarihli Ulus’larda devam etmiş, hiç yoktan ortaya bir Irkçılık-Turancılık Davası çıkarmıştır. Aleyhime dava açması için Hasan Ali ile birlikte Sabahattin Ali’yi tahrik eden de yine Falih Rıfkı olmuş ve Ulus Gazetesi’nin avukatını fahri bir hukuk müşaviri gibi Sabahattin Ali’ye vermiştir. Kendisini Hasan Ali ile Falih Rıfkı’nın tahrik ettiğini Sabahattin Ali, Orhan Şaik’e söylemiş; Orhan Şaik de bunu duruşma sırasında mahkemeye bildirmişse de maalesef bu sözleri zapta geçmemiştir.
***
Daha ben tevkif olunmadan ve hükümet resmi tebliği neşretmeden önce Ulus gazetesiyle efkâr-ı umumiyeyi bulandıran Falih Rıfkı ve meta imiş gibi onun makalelerini günde 4 defa tekrarlayan Ankara Radyosu hakkında niçin takibat yapılmadı? Ulus Gazetesi’yle Ankara Radyosu olmasa, Ankara Nümayişi denilen hadise iki günde unutulup gidecekti.’
Evet , Türkçülük ve İttihatçılıkla başlayan, oradan cumhuriyetçilik ve kemalizme transfer olan, Ulus Gazetesi’yle Türkçülere karşı devleti kışkırtan, Başbuğ’un kapattırdığı sözde Kemalist özde komünist Kadro Dergisi’ni milletin başına bela eden, o ekolden yetişen sayısız solcu terörist ve örgütü bu devletin damarlarına musallat eden Falih Rıfkı budur!
Kadro Dergisi’nin bir diğer önemli dalkavuğu; Şevket Süreyya Aydemir.
Adını anmadan olmaz; memleketimizin en mahir döneklerindedir. Aslen Deliormanlıdır. Daha 11 yaşındayken İttihat ve Terakki’ye üye olmuştur. Anası ve bir ağabeyi Bulgar mezaliminde şehit oldu. İstanbul’a devlet tarafından getirildi. Bir diğer ağabeyi Sarıkamış’ta şehit oldu. İstanbul’a getirildiğinde, yerleştirildiği askerî okuldan ayrıldı ama ağabeyi şehit olunca Kafkas Cephesi’ne gitti. Çoktan Turancı olmuştu. Yazının başında adı geçen Türkçü Ahmet Ferit Tek’in hanımı, kendisi gibi Türkçü Müfide Ferit hanımefendinin Aydemir adlı romanından çok etkilendi ve Turancı olduğu gibi soyadını da bu romandan esinlenerek Aydemir olarak aldı. Turancı olduğu için yeni kurulan Azerbaycan Devleti’ne öğretmen olarak gitti. Azerbaycan Sovyetler tarafından işgal edilince Bakü’de yapılan Doğu Halkları Kongresi’ne katıldı. Komünist oldu. 10 gün sonra Bakü’de yapılan Türkiye Komünist Partisi toplantısına katıldı. Millî mücadeleye katılmak yerine komünizmi öğrenmek için Nuha’ya gitti. Ardından Batum’a, oradan da Moskova’ya gitti. Doğu Emekçileri adlı komünist üniversitesine kaydoldu. Millî mücadele yıllarını, ayağı yanmış it gibi komünist memleketlerde gezerek geçirip, 1923’te cumhuriyet kurulunca koşa koşa Türkiye’ye geldi. Leşçil köpekler gibi anında yazı yazacak köşesine kuruldu. Aydınlık’ta komünizmi öven yazılar yazdı. Lenin ve Leninizm adlı bir kitap yayınladı. 1925’te TKP’nin 7 kişilik merkez komite üyesinden biri oldu. 1925’te tutuklanıp, o devrin komünistleriyle birlikte 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı. İki yıl sonra 1927’de affedilip hapisten çıkınca, dalkavukluğun nimetlerini keşfetti. Kemalist olduğunu söylemeye başladı ve TKP’yi polise ihbar etti. Dalkavukluğun her türlüsünü meslek edindiği için bir yıl içinde bürokrat yapıldı. 1928’den 1951 yılına kadar Ankara’da bürokrasinin hep yüksek noktalarında himaye edildi. 1951 yılında emekli edilene kadar hep devletin ekmeğini ve nimetlerini mideye indirdi. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra komünistler için her türlü serbestlik ortamı oluşunca, tekrar komünist olduğunu ifşa etmekte sakınca görmedi. Devrin en şirret ve Sovyet köpeği olmuş dergileri olan Devrim ve Yön dergilerinde yazmaya başladı. 12 Mart muhtırasından sonra Yön Dergisi kapatılınca diğer komünist Moskova uşakları gibi o da kapağı Cumhuriyet Gazetesi’ne attı. 1976’da ölünce, Moskof uşağı olmasına rağmen tabutuna Türk bayrağı örtüldü.
Bunlardan bir diğer meşhur olanı da Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dur.
Kahire’de doğdu. Mısır’da Jön Türklerle içli dışlı oldu. Birbirinin tersi olan Fecr-i Ati’de de Servet-i Fünun’da da yazdı. Fransız ve İsviçre okullarında okudu. Balkan Harbi patlayınca, yoldaşı Falih gibi yol aldı buralardan. Verem olduğu bahanesiyle soluğu İsviçre’de aldı. Bir gavur memlekette cibilliyet edinenler arasına katılması şarttı… Savaş bitip, Mondoros Mütarekesi imzalanınca hastalığı geçmiş olacak ki geri geldi kürkçü dükkânına. Kurtuluş Savaşı’nı da hikâye yazarak destekledi. Adını da ‘Ergenekon’ koydu. Savaş bitince hem Mardin milletvekili hem de Anadolu Ajansı’nda müdür oldu. 1926’da tekrar İsviçre’ye gitti. Dalkavuklukta yoldaşı olan Falih Rıfkı ve kızıl komünist Şevket Süreyya’yla birlikte Kadro dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Irkçılık Turancılık Davası konusunda, Türkçüleri hainlikle itham eden 11 yazı yazmıştır. Rekor ondadır. Başbuğ, sözde Kemalist özde komünist Kadro dergisini kapatıp, bu döneği de Tiran’a sürdü. Sofrasından da gözünün önünden de def etti. 1955 yılında diplomatlıktan emekli olana kadar ayağı yanmış it gibi ülke ülke dolaştı. Dalkavukluğun meyvesi yemeyle bitmiyor; 1957 yılında Falih Rıfkı’nın Ulus Gazetesi’ne başyazar oldu.
Bu kadar döneklik, kadın faktörü olmadan başarılamaz. Eşi Burhan, Asaf Belge’nin kız kardeşidir. Meşhur dönek Murat Belge’nin (eski komünist yeni kapitalist) halası olur kendisi. Murat Belge’nin babası olan Asaf Belge de Almanya’da fikir sahibi olmuş, Aydınlık’ta yazmış, komünist partilerde başı çekmiş, sonradan Demokrat Parti’ye kapağı atmış vs… Aynı hikâye işte.
Pertev Naili Boratav… Bulgaristan’da doğdu, Paris’te öldü. 1932 yılında Reşit Galip, 1. Tarih Kongresi’nde Zeki Velidi’ye hakaret edince, o zaman Türkiyat Enstitüsü’nde asistan bulunan Atsız ve arkadaşları tarih kongresine telgraf çekiyorlar. ‘Zeki Velidi’nin talebesi olmakla iftihar ederiz’ diyorlar. 7 asistanın çektiği bu telgraf, sanılandan büyük etki yapıyor. İşte o telgrafı çekenlerden ve Zeki Velidi’yi destekleyenlerden biri de Pertev Naili…
1944’te Irkçılık Turancılık Davası açılınca, Pertev’i Atsız’dan soruyorlar.
Tutanaklardan okuyoruz:
‘Hakim: Bu Pertev Naili ırken Türk müdür?
Atsız : Türk’tür efendim ve komünistler arasında nadir Türklerden biridir.
Hakim : Nasıl komünist olmuş acaba?
Atsız : Bu garip bir meseledir efendim. Ben onun komünist oluşunu adım adım takip ettim. Bidayette(eskiden) Pertev milliyetçi idi. Atsız Mecmua’yı beraber çıkarmıştık. Pertev, üniversite senelerinde aşk hayatında muvaffak olamamıştı. Birkaç genç kıza evlenme teklif etmiş ve hepsinden red cevabı almıştı. Bunun üzerine üniversitenin ahlaksız kızları ve erkekleriyle arkadaş oldu; onlarla gezintiler yaptı. Bu suretle burjuvalar arasında elde edemediği aşk muvaffakiyetlerini onlar arasında elde etmiş oldu. Bu sebepten kültür bakımından, fikir bakımından onların hepsinden yüksek olduğu hâlde onların tesirinde kaldı. Komünistliğe meyletti ve burjuva cemiyetinin düşmanı oldu.’
Halk Edebiyatı Kürsüsü’nde başkan olduğu sırada, hem de CHP tarafından, komünizmi yaydığı gerekçesiyle kürsüsü kapatıldı. Komünistlikten fişlendi ama tıpkı diğer fikir şarlatanları gibi kolayını bulduğu anda ABD, Almanya ve Fransa’ya yürüdü. Emperyalist ülkelerin beslemesi olduğu halde, Behice Boran’ın komünizm propagandası aleti, Yurt ve Dünya Dergisi’ni yönetti. Paris’in havasından olacak, ölmek de bilmedi. 1998’de anca gidebildi.
Buna çokça benzeyen Sabahattin Ali…
Pertev’in hemşerisi sayılır, Eğridere doğumludur. Kendisiyle en çok mücadele etmiş olan Atsız’dan okuyalım:
‘Ben onu 1926-1927’de, Türk Ocağı’nda tanıdım. Biz birkaç kişi, Türk Ocağı’nda “Kızıl Elma” diye ayrı bir oda açtırmıştık. Buraya Ocak’ta aza olmayan genç mektepliler gelecekler ve ülkü ile aşılanacaklardı. O zaman Türk Ocakları’nda ırkçılık düşünceleri olmadığı için, Kızıl Elma’ya, Müslüman olmak şartıyla, her ırktan vatandaşlar geliyordu. Muallim mektebinde talebe olan Sabahattin Ali de oraya gelenlerden biriydi. Lüzumundan pek fazla ve gürültü ile konuşan, ağır sözlere bile kızmayan ve herkesle laubali olan bu çocuk birtakım manzumeler yazıyor ve emsaline göre muvaffak da oluyordu. Daima mübalağaya meyyal olan tabiatı dolayısıyla överken de hicvederken de şiddetli teşbihler yapıyor, etrafındakileri güldürüyordu. Hiç sıkılmayan gayet serbest bir ruh hali vardı. Kendisini ilk gördüğüm zaman pek yüksekten konuştuğu için, talebe olduğunu öğrendiğim bu gence: “Siz Yüksek Muallim Mektebinden misiniz?” diye sormuştum. O hemen sırıtmış ve : ” Hayır Alçak Muallimdenim” diye cevap vermişti. Kızıl Elma odasında ekseriyetle Türkçülük meseleleri üzerinde münakaşalar yapılırdı. İnanmış, ateşli gençlerin yaptığı bu münakaşalar daha genç olan talebeler üzerinde müessir oluyordu. Nitekim o zamana kadar hiçbir şey olmayan Sabahattin Ali’de bile milliyetperverane şiirler yazmak isteği uyanmıştı. Bunları bilhassa, kendisini en fazla sabırla dinleyen bir doktor arkadaşa okur ve onun telkinlerine göre bazı yerlerini değiştirirdi. Buna rağmen nesil ve menşe meselesinin münakaşa olunduğu bir günde kendisinin Rum, çünkü babasının Oflu olduğunu adeti üzere sırıtarak söyleyivermişti. Hakikaten Sabahattin Ali İstanbul’daki kalaycı Rumlara çok benziyordu. Rumcayı bildiğini de bir müddet sonra yazdığı bir yazıdan öğrendim. Birkaç ay süren bu ilk tanışıklıktan sonra Anadolu’da bir yere ilk mektep muallimi olarak gitti. Tatilde İstanbul’a geldiği zaman ben Yüksek Muallim Mektebi’nde idim.
Sabahattin Ali birkaç günde bütün Yüksek Muallim talebesiyle sıkı fıkı ahbap olmuş ve herkes onun hayatını bütün teferruatı ile öğrenmişti. Benim onu asıl tanımam bu devirdedir. Onda büyük bir ihtiras vardı. İlk mektep muallimi olarak kalmak istemiyordu. Yükselmek, büyük işler yapmak, meşhur olmayı arzu ediyordu. Fakat bu kadar yükselmek için gereken maddi ve manevi kuvvet kendisinde olmadığından ruhunda derin bir yas duyuyor, insanlığa hınç besliyor ve bu hınç gayrı tabii bir hal alıyordu. Onun diğer ve belki asıl büyük derdi de kadınlar üzerinde müessir olamamaktı. Genç olduğu için birtakım arzular duyuyor, etrafında muvaffak olanları görüyordu. Fakat kendisinde, kendi tabiri ile söyleyeyim, “kadınları cezp edecek hiçbir şövalye tarafı bulunmadığı için “hiçbir kadın onunla arkadaşlık kurmak istemiyordu. Zavallı Sabahattin! Bundan o kadar üzgündü ki kadınlarla ebediyen anlaşamayacağına dair bir manzume bile yazıp Türk Ocağı’nda okumuştu. Bu manzume “dudaklarım bir kadın dudağına değmedi” diye bitiyordu. Kadınlara karşı kendisini küçük görmekten olacak, yaşça kendisinden aşağı olanlara bile abla diye hitap eder, onlara hep ruhunun sonsuz, engin ıstırabını anlatırdı. Bu sırada Maarif Vekaleti dil hocası yetiştirmek için Avrupa’ya talebe göndermeğe karar verdi. Sabahattin Ali de Almanya’ya giden talebe arasındaydı. Dört yıl orada kalarak Alman dilini ve edebiyatını öğrenecek, dönüşte liselerde Almanca hocalığı edecekti. Fakat dört yıl için giden Sabahattin bir buçuk yıl dolmadan döndü. Sebebini sorduk. Şöyle anlattı: Okuduğu mektepte bir gün Alman talebelerden biri “bu parazit Türkleri buradan kovmalı” demiş. Sabahattin Ali hemen yerinden fırlamış: “Biz sizin hükümetinize hükümetimiz tarafından verilen para ile okuyoruz. Parazit değiliz. Sözünü geri al” demiş. Talebe, sözünü geri almayınca tokadı indirmiş. Alman hükümeti de böyle bir talebe istemediğini söyleyerek onu geri yollamış. Biz, Sabahattin Ali’nin, bodur boyu ile, böyle “şövalyece” bir iş yapmak için ne bileğinde ne de yüreğinde kuvvet olmadığınız biliyorduk... Fakat hadise hoşumuza gittiği için inanmak istiyorduk. Gurbette milliyet duygusu daha kuvvetli olurmuş, belki bu gayretle böyle bir şey yapmıştır diye düşünüyorduk. Bununla beraber Sabahattin Ali’nin herhangi bir adama tokat atması pek garip olduğu için sormuştuk: “Bu Alman talebe ufak tefek bir şey miydi? “Sabahattin’in cevabı bizi hayrete düşürdü: “Bilakis! Benim ikim kadardı.” “Peki nasıl oldu da seni dövmedi? Neden Alman talebeler birlik olup üzerine atılmadılar?” Sabahattin Ali hiç düşünmedi. Dedi ki: “Bunu sonradan ben de kendilerine sordum. O yakınlarda Türk tarihini ve Sokollu Mehmed Paşa’yı okudukları için korkunç bir tesir altında kaldıklarını, onun için bana mukabele edemediklerini söylediler.” Zavallı Sabahattin Ali sözle şövalyelik yapıyordu. Nitekim bir müddet sonra hiç de böyle bir hadise olmadığını, dönmesinin tamamıyla başka bir sebepten ileri geldiğini öğrendik. İçindeki şeytan onu kuvvetli bir övendire ile dürtmüş ve buraya getirmişti. Bununla beraber Sabahattin Ali dönüşünü milli bir sebebe atmakla yine biraz milliyetperver bir ruh taşıdığını gösteriyordu. Yoksa, dakikasında başka bir sebep buluvermek, onun zengin muhayyilesi için hiç de güç değildi. Fakat bu dönüş, bir piyango sayılabilecek olan Almanya’daki tahsilinin yarıda kalması onun ruhunda aksü’l-ameller doğurmaya başladı. Sabahattin Ali yavaş yavaş sapıtıyordu. Bize, Türk edebiyatında büyük inkılaplar yapacak olan bir takım edebi projelerini anlatıyordu. Muallim Mektebi’nde yatıp kalkıyordu. O zaman Yüksek Muallim müdürü Giritli Hamit adında birisiydi. İhtimal ki ırki yakınlık dolayısıyla Sabahattin’e yardım etmek istemiş, onu mektebe almıştı. Giritli Müslüman bir Rumun Oflu bir Müslüman Ruma yardım etmesinden tabii ne olabilir? Çünkü Hamit ancak kız talebeye yardım eden, erkeklerden bunu esirgeyen müstesna bir tabiata malikti ve onun bu iyiliği sayesinde yemek ve yatak bulan Sabahattin bizim yatakhaneye yerleşti. Burada ekseriyetle edebiyatçılar vardı. Mesela Orhan Şaik, Nihad Sami, Pertev Naili, Çemişkezekli Ziya ve ben bu yatakhanede idik. Başka şubelerden de iki üç arkadaş daha vardı. İşte sapıtmağa başlayan Sabahattin, Yüksek Muallim’de lüks bir hayat sürüyor, şiirler ve hikayeler yazıyordu. Fakat asıl mühim eserlerini ileride yazacaktı. Bilhassa “Tokat” adındaki romanı ile “Layemut Enayiler” adındaki serisi birer inkılap yapacaktı. “Toka” kendi kız kardeşini seven mütereddi bir tipin romanı olacaktı. Bize bunun mevzunu on, on beş dakikalık bir zamanda anlatmıştı. Bu marazi mevzu nereden aklına geldi diye sormuştuk. Şöyle cevap vermişti: Sabahattin’in 3-4 yaşında bir kız kardeşi varmış. Bir gün evde “kızım, sen kime varacaksın” diye şaka yapıyorlarmış. Kızcağız ağabeyinin kucağına atılarak “ben ağabeyimden başkasına varmam” demiş. Sabahattin de bunu kura kura roman mevzuu yapmış. “Layemut Enayiler” ise hakikaten bir şaheserdi: Kendilerini vatan ve şeref için feda ederek ad bırakmış kahramanların hikâyesi olacaktı. Hem de ne orijinal şekilde?.. Bir gün canı sıkılan Allah eğlenmek için vesile arayacak, meleklerden birisi de bu kahramanları birer enayiymiş gibi gülünç bir şekilde anlatarak Allah’ı eğlendirecekti. Sabahattin Ali’de büyük değişiklik başlıyordu. Memuriyetinden atılmış, arkadaşlarından geri kalmış, liseyi veya Darü’l-fünunu bitirememiş, fakat bitirmek ihtirasını kaybetmemiş zayıf insanların düştüğü çukura doğru gidiyordu. O zamana kadar yalnız kendisini düşünen, yarı şaka bir tavırla kendisinin dahi olduğundan bahseden Sabahattin’de artık milletin dertlerini görmek fazileti başlıyordu. Aç köylüler, zulüm altında ezilen insanlar, harplerde başkalarının kazancı için ölen askerler harplerde başkalarının kazancı için ölen askerler onun hodbin dimağına girmeğe başlıyordu. Bu yüzden büyük bir şiir yazıp herkese okudu. Bu şiirde hükümet ve hükümet adamları şiddetle hicvediyordu. Başta o zamanki cumhur reisi Gazi olduğu halde herkese sövüyordu. Bu uzun manzumeden aklımda yalnız tek bir mısra kalmıştır: Kel Ali’den hesap sorulmuş mudur?
Zavallı megaloman şaircik bu şiirin memlekette bir inkılap yapacağına inanıyordu. Fakat buna rağmen günün birinde birisi bunu hükümete haber vermeseydi bu dahiyane şiir unutulup gidecekti. Bu vak’a şöyle oldu: Sabahattin Ali bir kulpunu bulup Konya’da orta mektebe Almanca muallimi oldu. Zannedersem kendi tabiri ile bir torpil, yani iltimas bulmuştu. Çünkü Almanya’da kaldığı bir buçuk yılda öğrendiği Almanca muallimlik edecek kadar değildi. İşte, bizim dahi edibimiz, Konya’ya gidince de başından ve boyundan büyük işler karıştırmağa başlamış. İnkılap yapacak olan şiirini herkese okumuş. Dinleyenlerden birisi de bunu hükümete haber vermiş. Olur a…
Hâlbuki ben Sabahattin Ali’nin adam olacağından hala ümitli idim. Pertev’in ısrarı ile bir iki hikâyesini de Atsız Mecmua’da neşretmiştim. Hatta o benden, yazacağı piyes için, tarihi ve kahramane bir mevzuu istediği zaman ona kahraman Kür Şad’ı yazıp vermiştim. Tarihin en büyük kahramanını, iradesiz bir âşık haline sokacağını bilir miydim? Bilsem ona öğretir miydim? Sabahattin Ali yazdığı bir hicviyeden dolayı 14 ay hapse mahkûm edildi. Muallimlikten de çıkarıldı. Hapisten çıktığı zaman ise artık buz gibi komünist olmuştu. Çünkü Nazım Hikmetof’la arkadaşlığa başlamış ve bermutat, irade zaafı dolayısıyla, her konuştuğunun tesirinde kaldığı için “solcu” oluvermişti.”
Doğduğu yere kaçmaya çalışırken kafasına vurulan odunla öldü gitti.
Geçelim!
***
Birkaç komünistin hak ettiğinden daha fazla kelime israf ettik.
Gelelim bu döneklerin ilgisini-alâkasını toplamaya…
Mustafa Suphi dünya turu atarken, Moskova’da kadın belasına komünist olmuş.
Ethem Nejat Almanya’ya okumaya gönderilmiş, orada komünist olup Mustafa Suphi’nin sağ kolu olmuş. Birlikte kafaları kesildi. Ethem Nejat, Almanya’da Spartakistlere katıldığı sırada yanında bulunan Sadık Ahi, Nazım Hikmet şeytanına komünizmi öğreten adam.  Nazım Hikmet Polonya vatandaşı olarak öldü ama o da defolup gitmeden önce Sabahattin Ali’yi komünist yapmayı becerdi. Sabahattin Ali, neredeyse bütün sonradan olma komünistler gibi yurt dışında huy edindi bu pisliği.  Neredeyse hepsi gibi, Türk kızlarına geçmeyen cakasını, gâvur memlekette deneyecekken bir sürü dayak yiyince Nazi düşmanı oldu. O işlerde başarılı olanlar da önlerine atılan moskof ajanı fahişelerin telkiniyle yoldan çıktı. Pertev ve Nazım gurbette geberdi gitti. Sabahattin Ali yurt dışına kaçmaya çalışırken öldürüldü. Ethem Nejat ve Mustafa Suphi, 14 kişilik çeteleriyle birlikte Trabzon’da kesildi. Yakup Kadri, dalkavuk olduğu için taparcasına övdüğü başbuğ Atatürk tarafından Tiran’a sürüldü. Ömrü yabancı memleketlerde dolanmakla geçti. Falih Rıfkı, Şevket Süreyya gibi ayak yalayıcı dalkavuklar, sığıntı gibi yanaştıkları sofradan def edilmenin ıstırabını yaşadılar. ‘Kemalizm anlatmak’ palavrasıyla açtıkları Kadro Dergisi, bizzat Mustafa Kemal tarafından kapatıldı. Yalakalıklarının karşılığını böyle aldılar.
Tevfik Fikret’i unutuyorduk…
Bütün umutlarını bağladığı ve ideal Türk genci olacağını sandığı oğlu Halûk, Amerika’ya gidip papaz oldu ve ilk iş babasını inkâr etti. Ulu Tanrı, hepsinin belasını ayrı ayrı verdi ama yetmez!
Sebep oldukları felâketler, bu yazının tadını kaçıracak kadar uzun bir izah gerektirir.
Genç Türkçülere fikir vermesi için mümkün olduğu kadar özet geçeyim:
Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Şevket Süreyya üçlüsü, Kadro Dergisi ekibi dediğimiz kişilerdir. Onların Kadro Dergisi ve Türk Solu palavrası, Deniz Gezmiş’i ortaya çıkardı. Düzen düşmanı, rejim aleyhtarı diye Türkçülere yüklenen, mahkemelere ihbar eden bu ‘kadro’, Deniz Gezmiş ve çevresi gibi gerçekten rejim düşmanı bir ekol ortaya çıkardılar. Deniz Gezmiş ve iki yoldaşı idam edilince, protesto bildirisi dağıttığı için tutuklanan üç kişiden birinin adı ‘Abdullah Öcalan’dır! Kan içici bu şerefsizin ilk eylemi ve ilk gözaltına alınışı işte o Kadro ekibinden beslenen ve idam edilen Deniz Gezmiş’i savunan bildiri dağıtması üzerinedir. Yetiştirdikleri ekol, besledikleri fikir, attıkları tohumun meyvesi ortada. Sözde Kemalist bu dalkavuk sürüsünün eseri, bugün Türkiye’yi kan gölüne çeviren cinayet şebekesidir!
Diğer tarafta Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve onların tesirinde kalan Nazım Hikmet ve onun eseri olan Sabahattin Ali ekolü var… Aslı burjuva, görüntüde komünistlerin dillerinden düşürmedikleri memleket ve millet hainleri bunlardır. Ektikleri tohumdan türlü türlü cinayet şebekesi çıktı. 1980’e kadar binlerce gencin kanına giren en adi katiller, işte bunların eseridir. Şehir merkezlerinde elinde silahla poz veren züppe devrimciler bunların piçidir. Dillerinden barış, kardeşlik, ezilenler, haklar vs. düşmez ama eserlerinin her tarafı kanla boyalıdır. ‘Bana mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin’ demiş. Abidin de hep çiçeklerden, böceklerden, şekerlerden bahsetmiş ama resim bitince bir bakmışız ki sadece kan!
Sadede gelelim!
Bunların en temel özellikleri ‘dönek’ oluşlarıdır!
İkinci özellikleri de kadın düşkünlükleridir. Bir kadın hareketiyle, her türlü dönekliği sergileyebilecek karakter, en çok da bunlarda bulunur. Maalesef, ne teessüf ki bunların tamamı milliyetçi çevrelerde fikir hayatına atılmış, oralarda köpek kadar itibar görmeyince, aşağılık kişilikleri suratlarına çarpılınca, aşağılık oldukları için adam muamelesi edilmeyince, soluğu tam karşı kaldırımda almışlar.
Dönenlerin en büyük özelliği işte budur. Devşirme kini gibi, def edildiği sosyal çevreye kin kusmak, dikkatleri üzerine çekmek için en adi yollara başvurmak, aç oldukları ilgiyi çekmek için her türlü namussuzluğu peşin peşin kabul etmek!
Adları Türk tarihinde –maalesef- geçer ama eserleri Türk düşmanı örgütler, emperyalist köpeği taşeron çeteler, eli, yüzü, dişi kanlı etnik süprüntü mecralarıdır!
Bunlarla ilgili en özet ve veciz teşhis, yine düşmanı oldukları Atsız’ın bir cümlesidir:
‘Nereye olursa olsun, bu dönenler iyi olmuyor.’
28 Temmuz 2015

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ATATÜRK NE YAPMAMIŞTIR?

IRKÇI MISIN? - 4

ZENCİ