Toplumculuk




BİZİM TOPLUMCULUĞUMUZ |


Yeryüzünde bir alana toplanmış her insan yığını ‘toplum’ kelimesinin karşılığı değildir.
Topluluk oluşturmak için, kaza-kader bir şekilde yan yana bulunmak, ‘süreli’ bir menfaate dayalı amaç uğrunda sıkışık şekilde durmak yeterlidir. Toplum olmak içinse bunlardan çok fazla etken bulunmalıdır. İnsanların toplum olarak anılabilmesi için; yığılanların ortak ülkü, ortak kurallar ve ortak duygularla bağlanmış olması gerekir. Aynı hedef uğrunda yan yana bulunan, ortak duyguyu paylaşan ve her ferdi aynı kurala tabi olan küçük bir yığın, toplum tanımına uyar fakat milyonlarca milyarlarca nüfusu da olsa bunların ortaklığını paylaşmayan yığınlar toplum değil, topluluk olmaya mahkûmdurlar. Aynı amaçla tribünde toplanmış yüz kişilik bir taraftar yığını, ortaklaşa amigonun koyduğu kurallara uyuyor ve hepsi birden takımlarının maçı kazanması için uğraşıyorlarsa orada bir toplumdan söz edilebilir. Aralarındaki diğer ilişkiler de bu başlıkların altında kolay düzenlenir. Gel gör ki 1,5 milyar nüfusuna rağmen, katil Çin ortak kurallarla bir arada duran insanların devleti olduğu için sadece topluluktur.
Türkçüler, biraz dikkatli baktıklarında göreceklerdir ki ülkü; ‘bütün Türkleri bir arada bulunmaya zorlayacak bir devlet’ değil, ‘bütün Türklerin bir arada bulunmalarını sağlayacak bir devlet kurmayı, olmazsa olmaz saymış bir toplum’ yaratmaktır. Töre konuşunca han susmalıdır; zira töre Türk’ün harcıdır. Türk’ü bir arada bulunduran şey, handan da üstün olan töredir. Türk’ün ortak duygusunun eseri olan töre; ortaklığın belgesi ve ortak yasa olduğu için toplumun varlığının baş şartıdır.
Türkçüler, Türkler için bir devletten, bir topraktan önce bir toplumu ülkü edinmelidir. Topluluk olmaktan kurtulamamış Türklerin, bir devlet çatısı değil, aynı evin çatısı altında dahi kandaşlık hukukuna göre yaşamaları mümkün değildir.
Turan, Türklerin devletinin adı değil, birliğinin adıdır.
Turan’a kavuşmak için, Türkçünün ortak yasa, ortak duygu, ortak fikir uğrunda çalışması gerekir. Onun için Türkçülük fikri 19, yy.dan beri toplumculuk kelimesiyle yan yana anılır. Türk’ün topluluk olarak kalmasının suçlusu olan bütün ayrılıklar Türkçünün düşmanıdır. Arada, farklı adlı devletler, farklı yabancı kültürlerin etkileri, farklı dünyalık menfaat ilişkileri bulunmakta ve bu farklılıklar kaldırılmadan toplum olmanın imkânsızlığı gün gibi açık görülmektedir. Kimse bize bir Turan bağışlamayacağı için Türkçülük fikir yönüyle birlikte bir kan davasıdır. Türkçü, Turan’a giden yolda elindeki bütün imkânları kullanarak bu kan davasını kazanmakla görevlidir. Ancak bu şekilde, millete göre bir devlet kurulabilir.
Millete göre devlet demek, devlet nizamının her yönüyle ve bütün organlarıyla milletin menfaatine çalışması demektir.
Bir makina icat eden kimse, onun nasıl çalışacağını, ne kadar elektrik verileceğini, hangi amaca hizmet edeceğini kendisi belirler. Başka birinin çıkıp, makinanın nasıl çalışacağı hakkında ahkâm kesmesi ve o makinayı yapandan farklı bir usulle çalıştırması, makinenın sonu olur.
Türk’ün, bedelini kanla ödeyerek kurduğu devlet, elbette ki Türk’ün menfaatine çalışmalıdır. Türk’ün kanı pahasına kurulmuş bir sistem, Türk olmayanları kayırıyor ve Türk’ün devletindeki hüküm sahipleri yalnızca Türk’e tahakküm ediyorsa amacının dışına çıkmış, çalışmaz hale gelmiş demektir. Yapılış amacına hizmet etmeyen makinalar, başka amaçlara da hizmet edemez. Çamaşır makinasıyla bulaşık yıkanamaz, televizyonla film çekilemez, Türk’ün devleti Türk olmayanların hizmetinde kısa devre yapar…
Millete göre devlet, milletin hizmetinde olan devlettir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk milletine hizmet etmek amacıyla, bizzat Türk milleti tarafından kurulmuştur. Bedeli -ağır olsa da- yine Türk milleti tarafından ödenmiştir. O halde devlet, Türk’e hizmet etmekle vazifelidir.
Millete göre devlet prensibinde, devlet amir değil memurdur. Toplumu, millet menfaatine olarak idare eder. Toplumu idare edenler, devleti yönetenlerdir ve milletin amiri değil memuru olurlar. Bilge Kağan’ın, milletine hesap verdiği cümlelerde ifadesini bulan ‘yönetmek’ anlayışı budur:
‘Ulusun adı, sanı yok olmasın diye, Türk ulusu için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Kardeşim Kül Tigin ve iki Şad ile ölesiye, bitesiye çalıştım.’
Toplumculuk, tıpkı Turancılık gibi Türkçülüğün ayrılmaz bir ilkesidir. Türkçüler için toplum anlayışı, vatan anlayışından yola çıkarak tahmin edilebilir. Ne kadar müreffeh ne kadar kalkınmış olursa olsun, Türk’ün birliğini temsil etmeyen her yurt eksiktir, yarımdır.
Türkmeneli esirken, Türkiye’nin kalkınmış olması Türk milletinin mutlu olduğu anlamına gelmez. Doğu Türkistan’da 13 yaşını geçen Uygur kızları, katil Çin Hükümeti tarafından evlerinden zorla alınarak, Doğu Çin’de genel evlerde çalıştırılıyorsa, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Somalili çocuklara okul yaptırıyor olması utanç abidesidir; yüz karasıdır.
Toplumculuk, sosyalizm fikriyle karıştırılamayacak kadar milli bir ülküdür. Türkçüler, adı ne olursa olsun, kim sahip çıkarsa çıksın, yabancı kaynaklı hiçbir fikri benimseyemez. Yabancı kaynaklı fikirlerle Türkçülük aynı beyin içinde bulunuyorsa, o beyni taşıyan kimse –kesinlikle- ruh hastasıdır. Sosyalizm beynelmilel halkçılık anlamına gelir ve Türkçüler, her konuda olduğu gibi halkçılıkta da milliyetçidir. Bizim toplumculuğumuz bize, ‘milletin refahını yükseltmek için çalışmak’ sorumluluğunu yükler. Sosyalizmde millet kavramı kabul görmediği gibi, iktisadi refahı ya sınıflar veyahut fertler açısından ele alır. Dünyanın bütün sosyalistleri kardeştir ve komünistler onların biraz daha aşırıya kaçmış yoldaşlarıdır. Toplumculuk ise milli bir ülkü olduğu için tarihi düşmanlarını dost saymaz ve komünistler bu düşmanların başındadır.
Toplumculuk, milletin refahını yükseltmek amacıyla sistemini belirler. Geçmiş değerlerin unutulanlarını hatırlatmaya gayret eder. Sosyalizm denilen toplum cinneti ise geçmişinden utananların ya da geçmişi olmayanların hayalidir. Milleti millet yapan değerlere ve bayrak, vatan, tarih şuuru, ecdat sevgisi gibi kutsallara düşmandır.
Toplumculuk, toplumu oluşturan temel kurum olarak aileyi kabul ederken, komünistlik yani kolektivizm, ailenin kutsallığını kabul etmez. Toplumu sınıflara böler ve uydurulmuş bir işçi sınıfını temel alır. Kaderin cilvesi olacak ki işçilerin grev ya da iş bırakma gibi en temel haklarını kesinlikle arayamayacağı tek sistem kolektivizmdir!
Toplumculuk, milletin elindekileri milletin menfaatine kullanarak değerlendirmeyi temel alan bir sistemdir. Toplumun tamamını, sınıflara bölmeden kalkındırmayı hedefler. Bunu yaparken kullanacağı kaynak, milli servetin her türlüsüdür. Bu kaynağı işleyecek, kullanılacak hale getirecek ve kullanacak olan bizzat milletin kendisidir. Toplumculuk milli bir ülkü olduğu için, gayri milli unsurlarla iş birliğine tenezzül etmez. Komünizm ise -nedense- Türk olmayanların menfaatlerini Türklere kollatmayı vazife sayar. Yolbaşçımız Hüseyin Nihal Atsız’ın bu konudaki tespiti eşsizdir:
‘Gizli Komünist Partisi şefi olan Şefik Hüsnü bir Selanik dönmesidir. 1925’te yapılan ilk büyük komünist tevkifatında yakalanmış, bütün gizli vesikaları ele geçmiş, komünistlere verdiği direktifler, genelgeler bulunmuştur. Sosyalizmin ne demek olduğunu anlatan, komünizme geçiş köprüsü olduğunu bildiren şu parçayı bütün Türkçülerin (gerçek Türkçülerden bahsediyorum, selamünaleykümcülerden değil) dikkatle okuması, okutması lazımdır:
Türkiye Komünist Partisi amelenin en şuurlu fertlerinden mürekkep inkılapçı ve şuurlu bir uzviyettir. Aydınlık grubu ve bu grubun etrafındaki inkılâpçı amele sendikalarının en şuurlu efradı ile Rumlardan mürekkep T.İ.U amele grubu ve Hınçak cemiyetinin sol grubu birleşerek Türkiye Komünist Partisini teşkil etmişlerdir. Türkiye Komünist Partisinin gayesi proletarya diktatörlüğü vasıtasıyla sosyalizm kuruluşuna girişmek ve kurulduktan sonra da sınıfsız, planlı kardeş cemiyeti olan komünizme varmaktır.’

İşte komünistler budur! 

Sınıfsız kardeş cemiyeti olan komünizm diye tarif ettikleri sitemi, Başbuğ Atatürk için ‘sarı lider ölecek’ sloganı atan Rum T.İ.U. lideri ve Türk kanı içmeye doyamamış Hınçak Partisi’yle kurmayı planlayan hain sürüsü!
Geçelim!
Toplumculuk bugün birçok parçalar halinde bulunan büyük bir devletin, en büyük milleti sevk ve idare etme biçimidir. Yalnızca iktisatla ilgilenen bir idare biçimi asla olamaz. Komünist, kapitalist, faşist, sosyalist ya da İslamî olsun; bütün iktisadi sistemlerin temel aldığı bir toplum anlayışı vardır. İşçilerin ‘sınıf’ olmadığı yerde komünizmden bahsedilemez. Yabancı milletlerin katledilmediği yerde faşist ekonomi uygulanamaz. İslamî iktisat yalnızca şeriat düzeninin hâkim olduğu toplumlarda uygulanabilir.
Özetle; bütün ekonomik sitemler aslında başlı başına bir yönetim biçimini ifade eder. Türklerin oluşturmadığı, Türklerin yönetmediği, Türklerin birlik olmadığı topluluklarda ya da devletlerde toplumculuk uygulanamaz. İşte bugün uygulanan bir sistem olmaması ve ülkülerimizin başında gelmesi bu nedenledir.
Sağdan soldan devşirilmiş kimselerin, sağdan soldan devşirdiği kanunlarla toplumu ayakta tutmak ya da idare etmek mümkün değildir. Daha yüz yılını bile doldurmamış Türkiye Cumhuriyeti’nin defalarca ara sistemler ve darbeler geçirmiş olmasının nedeni budur. Yabancıların, kendileri için ürettikleri hukuk sistemleri, ceza yasaları, yönetim biçimleri tamamen kendi ihtiyaçlarına cevap verecek şekildedir.
İngiltere için adalet, eşitlik anlamına gelebilir. Türkiye için böyle değildir.
Sovyetler Birliği için işçi sınıfı diğerlerinden değerli olabilir. Türkler için böyle değildir.
Dünün Amerika’sı insanları siyah-beyaz olarak tasnif ediyor olabilir. Biz, Türkler ve diğerleri olarak ayırıyoruz.
Devletin vatandaşlarına eşit davranması adil davrandığı anlamına gelmez. Aynı suçtan yargılanan 20 yaşındaki bir gençle, 80 yaşındaki bir ihtiyarın ikisinin de müebbet hüküm giymesi adalet değildir. Suçun niceliğine bakan hâkimin, suçlunun niteliğine de bakması gerekir. Yoksa ortaya hep aynı sonuç çıkar: Eşitlik vardır; fakat adalet değildir!

Türkiye’de ataları gazi ve şehit olanlarla, vatan haini olanların eşit sayılması adalet değildir.
Türkiye’de vergisini ödeyen insanlarla, devlet malına zarar veren insanların eşit olması adalet değildir.
Türkiye’de askerlik görevini yapanlarla askere taş atanların, seçim dönemlerinde eşit sayılması adalet değildir.
Türkiye’de Türklük tanımı sürekli tartışılır; fakat asıl tartışılması gereken vatandaşlık tanımıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin toplumla devlet ilişkisini düzenleyen sözleşmesine anayasa denir. O anayasaya göre, devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkese Türk denir. Devletin, kendisine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkese Türk demesi anayasal zorunluluktur. Aynı şekilde; Türklüğü kabul etmeyenin vatandaşlık bağını kesmek de yine devletin anayasal zorunluluğudur.
Toplumculuk, toplumun refahını yükseltme ülküsü olduğu için, toplumun refahını tehdit eden ve düşürmeye çalışanları düşman sayarız. Milli menfaatlerimiz, başka milletlerin menfaatleriyle çatıştığında eşitlikten değil adaletten taraf oluruz!
Geçelim!
Çağımızda insanlara dayatılan, sadece birkaç ekonomik sistem mevcuttur. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu sistemler aslında ekonomik olmaktan çok yaşam biçimi, yönetim şekli olarak ortaya çıkar. Dünyanın hâkimi sayılan devletin ekonomik sistemi, hüküm altında olan toplumlar için cezbedici görülür. Dünyanın bir yerindeki ezilen işçiye, komünizm kurtuluş olarak sunulabilir; fakat komünist sistemle kalkınmış ve zenginleşmiş bir toplum hiçbir vakit olmamıştır. Komünizm, isyan eden işçilere, isyan ettiklerinde öldürülecekleri bir kan imparatorluğu vaat eder. Yine aynı şekilde, geri kalmış toplumlar kapitalist sistemin hâkim olduğu toplumlara uzaktan iç çekerek bakabilir. Bilmedikleri şey, kapitalist toplumların refah seviyesinin yüksek olmasını, geri kalmış toplumları sömürmeye borçlu olduğudur.
Liberalizm kapitalizmin, sosyalizm de komünizmin maske takmışıdır. Palyaço maskesi takmış canavarlar, ilk bakışta sevimli görülebilir fakat hiçbir maske canavarların canavarlıklarını yok etmez.
Bizim toplumculuğumuz, bizden olmayanların kendi menfaatleri için ürettikleri ekonomik ve –dolayısıyla- idari sistemleri kesinlikle reddeder. Milletimizin refahını ne yabancıların boyunduruğu altına girmekle ne de yabancıları boyunduruk altında tutmakla sağlamayı asla düşünmeyiz. Milli kaynaklarımızı, milli iş gücümüzle işlemeyi ve milletimizin hizmetine sunmayı sistemlendirerek toplumculuk anlayışımızı oluştururuz.
Özetle; kendi kaynaklarımızı kendi iş gücümüzle işler, kendi pazarımızda kendimize satarız. Vatan, toprak, işçi, kaynak, pazar, müşteri Türk’ün olduğu sürece, kalkınma bizim için bir ülkü değil neticedir. En az cephede savaşmak kadar kutsal bir davadır.
Başbuğumuz Atatürk, 15 yıllık cephe hayatı yaşamış bir asker olmasına rağmen 1933 yılında şöyle diyebilmiştir:
‘Yaptıklarımızı asla yeterli görmeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz… Bunun için bizce zaman ölçüsü de geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket kavramına göre düşünülmelidir. Geçen zamana oranla, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız.’
İşte toplumculuk, millet menfaatine ve milli refahın yükselmesi uğruna yapılacak mücadeleyi, en az cephede savaşmak kadar kutsal kabul eden milli ülküdür.
Biz, Türk’ü bölen, kardeşi kardeşe hasret bırakan her şeye düşmanız. Türk’ün tarihi yurtları ile bugün yaşadığı her yer, doğal sınırlarımız içindedir. Modası geçene kadar parçalı devletlerimizin devlet siyaseti olan, sözde uygar dünyanın uydurma birlikleri, Türk Birliği gerçekleştiği takdirde asla pirim yapamaz. Kazakistan’ın AGİT sevdası, Türkiye’nin Gümrük Birliği aşkı, ulaşana kadar koca bir balon olduğunu kimseye anlatamadığımız büyük yalanlardı. Fergana Vadisi’nde üretilen pamuğun, Anadolu’dan daha iyi bir pazarı yoktur. Hazar’ın nimetlerini, Hazar’a kanını hediye edenlere hediye etmelidir.
Geçelim!
Türkiye, Türk dünyasının çok küçük bir parçasıdır. Yakutistan elmaslarını kendi menfaatine kullanmak için, Rusya Federasyonu’yla savaşmak zorunda olabilir; fakat Türkiye’de gereken kan bedeli ödeneli çok olmadı.
Dünyanın kanını içenler için atom bombası bile Türk birliğinden daha büyük bir tehdit değildir.
Türk’ün yedi devletinin bir araya gelmesi bir yana, yedi Türk’ün bir araya gelmesi bile onlar için tehdittir. Oysa milli kalkınmanın ilk şartı milli birliktir. Uydurma bir işçi sınıfının haklarını savunmak bahanesiyle, uydurma olmayan bir esnaf loncasının haklarını gasp etmeye çalışmak Türk’ü yükseltmek değil, katletmektir.
Biz, komünizm ve kapitalizmin karşısına dikilmek için üretilmiş 3. bir fikir olan korporatizmde olduğu gibi toplumu oluşturan loncaların ahenkli çalışmasına muhtacız. Kutsal değerleri kollayan, milli menfaati şahsi menfaatin üstünde gören bir ekonomik anlayış, kim tarafından sömürüleceğini tercih etme özgürlüğü olan bir yönetim anlayışından daha kutsaldır. Korporatizmle idare edildiği halde kalkınmamış hiçbir ekonomi yoktur; fakat diğer sistemler sömüreni semirten sistemlerden başka bir şey değildir. Türk’ün onuru, vatanı kadar kutsal olmazsa vatanını savunacak onurlu Türk yetişmez. Toplumu oluşturan birimler, ahenkli çalışmadığı sürece toplumun ekonomik olarak kalkınması mümkün değildir.

*Türkiye’de her şeyden önce ayrılıklar ortadan kaldırılmalıdır. Mikro milliyetçilik, Türk milliyetçiliğinin muarızıdır. Hemşehri dernekleri, aynı şehirde, ilçede, kasabada, bölgede doğmuş insanların birbirini kayırması mantığında devam ederse yasak edilmelidir. Sosyal yardımlaşma adına yardıma ihtiyacı bile olmayanların dayanışması tesis edildiği hallerde, hemşehri dernekleri zararlı yapılardır.

*Meslek kuruluşları, siyasi partiler gibi bölmekten başka işe yaramadıkları durumlarda ortadan kaldırılmalıdır. Aynı meslek mensupları, siyasi görüşler yönünden bölünerek çeşitli sendikalarda toplanarak, siyasi faaliyetlere kalabalık devşirme işine bakarsa meslek dayanışmasına değil, toplumun bölünmesine hizmet eder. Türkiye’de çok acil, tek tip ve zorunlu sendikacılık hayata geçirilmelidir. Sendikalar, emek sahiplerinin hukuklarını kollamak yerine siyasi parti alkışçısı durumuna düştüğü için kurtarılmalı ve asıl amaçlarına uygun olarak yeniden kurulmalıdır.

*Türkiye’de geçimini tarımdan sağlayanlar nüfusun %30’unu oluşturur. Tarımın büyük bölümü kırsalda yapıldığı için milli gelirden %30 kadar pay aldıkları asla iddia edilemez. Dağınık halde bulunan bu kitleye hizmet götürmek, güvenliğini tesis etmek, popülist politikaların etkisinden korumak, eğitim hizmeti vermek vs. şehirde bu hizmetleri vermekten daha pahalı ve zordur. Tarım kentleri yeniden milli siyasete dâhil edilmeli, tarımla uğraşan insanlara tarımla ilgili eğitim verilmeli, devletin varlığını unutmalarına engel olunmalıdır. Ekonomiye, ‘kayıt dışı’ olarak kayıtlı olan tarım sektörü, kayıt altına alınmalıdır. Üretilenleri toplamakta çok mahir olan kooperatifler, satış birlikleri benzeri bir yapıyla kontrol altına alınarak, bu sektör ekonomiye dâhil edilmelidir.

*Doğal kaynaklar tamamen devletleştirilmelidir. Yeraltı kaynakları, yenilenebilir kaynaklar değildir. Nasıl ki milletin fertlerini yabancılara kilo hesabıyla satmıyorsak, yurtlarını da satamayız. İstisnasız olarak bütün yeraltı kaynakları stratejik öneme sahiptir. Dünyanın her yerinde dahi bulunsa, bizim yurdumuzdan çıkan maden bizi ilgilendirir.

*Miras ve mal devretme konularında kanunlar tekrardan düzenlenmelidir. Büyük tarım alanlarının, mirasçılar arasında pay edilmesi küçük parçalara bölünmesine sebep olabilir. Birleşik araziden alınacak verim, miras dağılımından sonra alınamıyorsa devlet bu duruma müdahale etmeli ve meseleye milli açıdan yaklaşmalıdır. Yerli sermaye sahipleri, devlet desteğinden ve teşvikinden mutlaka faydalanmış kimseler oldukları için mallarını yabancılara devretmeleri kesinlikle yasaklanmalıdır.

*Tüketim sanayi, dünyada değil küçük pazarlarda rekabet eden üretim yapar. Fabrika üreten fabrikalara ihtiyacımız olduğu gerçeği artık kabul edilmelidir. Ağır sanayi, makine üreten makinalar olmazsa ekonomi bağımlı olmaya mahkûmdur.

*Toplumculuğun, sağlıklı işleyen bir sistem olabilmesi için, toplum güven içinde ve asayiş ortamında yaşamalıdır. Evlatları sınır boylarında şehit edilen bir milletin, ekonomik refahının yüksek olması hiçbir şey ifade etmez. Savunma sanayi, diğer bütün kollardan daha çok gelişmeli, çağa uygun değil, ilerisinde olmalıdır.

*Savaş, Türk milletinin birkaç nesline öcü olarak tanıtılmıştır. Bütün Türk tarihinde en uzun savaşsız dönem 22 yıldır. Biz, birkaç nesli tek savaş görmeden ebediyete uğurladık. Savaşın, kazanan için bile yıkım olduğu çok ucuz bir yalandır. Günümüzde savaşmadan ilerlemiş hiçbir toplum gösterilemez. Savaşan toplumların, ekonomik olarak kalkındığı da moral yüksekliğini koruduğu da gerçektir. Savaşmaktan kaçınan zengin toplumlara en iyi örnek İsviçre’dir. Orası artık bir devlet değil akıl hastanesidir. İnsanları savaşarak ölmemiş fakat manevi değerler, aile kurumu, ahlak o toplumu terk etmiştir. Acayip nedenlerle intihar edenler yüzdelik dilimlerle ifade edilir hale gelmiştir. Amerika savaşan bir ülkedir ve gayet refah içinde yaşamaktadır. Milli meselelerimiz söz konusu olduğunda, bütün diğer yollar tıkandığı zaman geri adım atmak dış siyasetimiz olmuştur. Savaş bir milleti yıpratabilir; fakat bu hal yok eder. Milli davalarımızı ölüm kalım meselesi olarak görmeden, toplumsal kalkınmadan bahsetmemiz abesle iştigaldir.

*Milli toplumun refahının yükseltilmesi için, ekonomi ve sosyoloji konularında ihtisas yapmış bilim adamlarımızın birlikte çalışması zorunludur. Bu, devlet eliyle tesis edilmeli; toplumun ekonomik açıdan yükseltilmesi, dava adamlarının değil devletin derdi haline getirilmelidir. Toplumculuğun programı, Türkçülerin koyduğu temeller üzerinde; fakat ihtisas sahipleri eliyle belirlenmelidir.
Türk’ün bütün dertlerine bir tek yazıyla çare üretmek mümkün değildir. Toplumculuk, üzerinde uzun düşünmeyi ve çalışmayı gerektiren bir konudur. Korporatizm, karma ekonomi, milli iktisat gibi isimlerle anılarak, düşman fikirlerin karşısına bir sistem çıkarmak amacıyla üretilen bütün sistemlerin en milli olanı toplumculuktur. Bir siyasi partinin ya da Türk coğrafyasının bir kısmının değil, dünya Türklüğünün tamamının ihtiyaçlarına göre ve kaynağını Türk töresinden alan bir iktisadi sistemdir. Yabancı ve düşman milletlerin, ekonomik sistem adıyla dayattıkları ve uğrunda işgallere bile yeltenebildikleri hegemonya siyasetine ve yaşlı dünyadan pay kapma yarışına, uyduruk ya da çalıntı ya da özenti sistemlerle direnilemez. Onların, tepeden inmeci, devrimci ya da daha doğru ifadesiyle ‘yönetmeye aday’ fikirlerinin aksine, toplumculuk tabandan tavana bir inkılâp hareketidir.
Devrim, mevcut olanı yıkarak yerine yenisini kurmak anlamına gelir. Bizim toplumculuğumuz, bizi biz yapan değerleri, bizim ihtiyaçlarımıza göre yeniden düzenleme, eksiklerini giderme, onarma hareketidir.

Köksüz ağaçlar değil, ulu çınarlar ekiyoruz!

Türk Irkı Sağolsun!
2011- Kömen 3. sayı

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

SİNAN

ATATÜRK NE YAPMAMIŞTIR?

ERDOĞAN'A AÇIK MEKTUP