AZİZ HÜDAİ (1880-1950)

 

Atatürk’ten 1 yaş büyük olan Aziz Hüdai, 1880 yılında doğmuş,
1902’de Harbiye’den birincilikle mezun olmuş.
Balkan Savaşı’na katılmış. Edirne cephesinde yaralanarak esir düşmüş.
Serbest kaldıktan sonra, Kuleli Askerî Lisesi’nde Fransızca öğretmenliği yapmış.
I. Dünya Savaşı sırasında, askerî sansür kuruluna girmiş.
Savaşın kaybedilmesi sonrası işgal güçleri tarafından kurulan sansür heyetine, Türk üye olarak alınmış.
Sansür kurullarının görevi, otoritenin beğenmeyeceği yazıları sansürlemektir.
9 Şubat 1919’da Süleyman Nazif’in ‘Kara Bir Gün’ adlı yazısını görmezden geldiği için Aziz Hüdai İzmir’e sürgün edilmiş.


KARA BİR GÜN

Buraya ayrı bir başlık açmam gerekiyor:
‘Kara Bir Gün’ adlı yazı, işgal günlerinde yazılması ve göz yumulması zor bir yazıdır.
Yazının yayınlandığı Hadisat gazetesini de Cenap Şehabettin’le birlikte Süleyman Nazif çıkarıyordu.
Süleyman Nazif, Basra, Kastamonu, Trabzon, Musul ve Bağdat gibi önemli şehirlerde valilik yapmış bir İttihatçı’ydı. Ömrü boyunca Abdülhamid ve Vahdettin aleyhinde yazılar yazdı. Şapka kanununa muhalefet edenlerle de Türk yurdunu işgal edenlerle de onlara alkış tutanlarla da mücadele etti.
Onun hayatını başka bir yazının konusu olmak üzere burada bırakıyorum.


‘Kara Bir Gün’
adıyla anılan tarih, 8 Şubat 1919…
İtilaf kuvvetleri tarafından işgal edilmiş olan İstanbul’da, Fransız komutanı olarak bulunan Franchet d’Esperey adlı soytarı, milli alışkanlıklarına uygun bir gösteriş merasimi düzenledi. Bir ata binip İstanbul’da geçiş merasimi düzenleyen bu soytarıyı alkışlamak ve zafer çığlıkları atmak için yerli Rumlar, Ermeniler ve sair soysuzlar da hazır bekliyordu. Bu soytarılık merasimi sabah 9’dan 11’e kadar devam etti.
Süleyman Nazif’in’ Kara Bir Gün’ başlıklı yazısı, bu olayı anlatıyordu.[1]
Fransızlara, Alman işgali günlerini hatırlatıyor ve o günlerde Fransız vatandaşı olan Yahudi ve Arapların bile bizim yerli soysuzlar gibi soysuzluk yapmadığını söylüyordu.

Haliyle bu yazı Fransız generali delirtti ve Aziz Hüdai’yi sürgün ettiği gibi Süleyman Nazif’in de yakalanmasını emretti. Aziz Hüdai İzmir’e, Süleyman Nazif’se doğruca karakola gitti. Yazının milli vicdana tesir etmiş olması ve Süleyman Nazif’in Türkler arasındaki itibarı. İdamını engelledi. O da Malta’ya sürgün edildi.
Malta sürgünü sırasında da yazmaya devam etti.
Oradayken yazdığı bir beyite, Mehmet Akif’ten şu cevap gelmiş:

SÜLEYMAN NAZİF’E
‘’Rûhum benim oldukça bu îmanla berâber
Üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bekler’’
Malta – Süleyman Nazîf

Beş yüz sene bekler mi? Nasıl bekleyeceksin?
Rûhun da asırlarca bu hüsrânı mı çeksin?
Karşımda duran dehşeti -gûyâ- edip îmâ,
«Hüsran» deyiverdim, hani, birdenbire, amma,
Mahşer gibi âfâkımı sarmış zulümâtın,
Teşrîhine kàmûsu yetişmez kelimâtın!
Kaç yüz senedir bekliyoruz, doğmadı ferdâ;
Artık yetişir çektiğimiz leyle-i yeldâ.
Bir nefha-i rahmet de mi esmez? diye, sînem,
Yandıkça, semâdan boşanıp durdu cehennem!
Lâkin, bu alev selleri artık dinecektir;
Artık bize nâr inmeyecek, nûr inecektir.

Ey, tek karagün dostu, bu hicran-zede yurdun!
Sen milletin âlâmını dünyâya duyurdun,
En korkulu günlerde o müdhiş kaleminle...
Takdîs ederiz nâmını... Lâkin, beni dinle:
Azmin, emelin heykel-i zî-rûhu iken, dün,
Bilmem ki, bugün, ye’se nasıl oldu da, düştün?
Çoktan beridir bekledi... Bekler... diye, millet,
A’sâra mı sürsün bu sefâlet, bu mezellet?
İslâm ilinin sâde esâret mi nasîbi?
Sen, yoksa, unuttun mu o mâzî-yi mehîbi?
Etrâfa bakıp sarsılacak yerde ümîdin,
Vicdânını, îmânını bir dinlemeliydin.
Garb’ın ebedî gayzı ederken seni me’yûs,

«İslâm’a göz açtırmayacak, dersen, o kâbûs; »
Mâdâm ki Hakk’ın bize va’dettiği haktır,
Şark’ın ezelî fecri yakındır, doğacaktır.
Hiç bunca şehîdin yatarak gövdesi yerde,
Deryâ gibi kan sîne-i hilkatte tüter de,
Yakmaz mı bu tûfan, bu duman, gitgide, Arş’ı?
Hissiz mi kalır lücce-i rahmet buna karşı?
İsyan bize râci’se de, bir böyle temâşâ,
Sığmaz sanırım, adl-i İlâhîsine, hâşâ!

İslâm’ı, evet, tefrikalar kastı, kavurdu;
Kardeş, bilerek, bilmeyerek, kardeşi vurdu.
Can gitti, vatan gitti, bıçak dîne dayandı;
Lâkin, o zaman silkinerek birden uyandı.
Bir gör ki: Bugün can da onun, kan da onundur;
Dünyâ da onun, din de onun, şan da onundur.
Bin parça olan vahdeti bağlarken uhuvvet,
Görsen, ezelî râbıta bir buldu ki kuvvet:
Saldırsa da kırk Ehl-i Salîb ordusu, kol kol,
Dört yüz bu kadar milyon esîr olmaz, emîn ol.

Süleyman Nazif, 1927’de zatürreden öldü.
Cenazesini kaldıracak parası olmadığı için Türk Tayyare Cemiyeti tarafından kaldırıldı. Namazı Ayasofya Camii’nde kılındı. Edirnekapı Mezarlığı’nda, dostu Mehmet Akif’in yanına gömüldü.




CASUSLUĞUN KİTABI

Şimdi Aziz Hüdai’nin hikayesine dönebiliriz.
Sürgünde bulunduğu sırada, İzmir Yunan işgaline uğradı.
Bu olay üzerine İstanbul’a geçti. Mareşal Fevzi Çakmak tarafından organize edilen Mim Mim ve Felah-ı Vatan Cemiyetlerinde, karşı istihbarat elemanı olarak çalıştı.
İstanbul’da kurulan Türk-Hint Uhuvvet-i İslamiyye adlı bir dernek vardı. Sözde, Hintli Müslümanların altınlarını Kurtuluş savaşımıza ulaştıracak bir Hintli tarafından kurulmuştu. İstanbul’daki camileri dolaştığı için tanınmış, Atatürk’ün yanına kadar sokulabilmişti. Aslında İstanbul’da Ramiz Bey sahte kimliğiyle dolaşan İngiliz casusu John Bennet’in adamıydı. Sözde Hintli Müslümanlardan bu ajana gelen mektupların arasına görünmez mürekkeple yazılan talimatları, Aziz Hüdai deşifre etti.
Bu talimatlar, John Bennet’ten Hintli Mustafa Sagir’e geliyor, Mustafa Kemal’e suikast planı içeriyordu.
Bu Mustafa Sagir, Ankara’da Samanpazarı’nda asılarak idam edildi.
Aziz Hüdai, Kurtuluş’tan sonra bütün Mim Mim Grubu üyeleri gibi, İstiklal Madalyası’yla ödüllendirildi.
Soyadı kanunu çıkınca ‘Akdemir’ soyadını aldı.
Aziz Hüdai Akdemir, 1931-1935 yılları arasında, günlük gazetelerde anıları yayınlandı.
Albay rütbesiyle emekli oldu. Emekli Subaylar Derneği üyesiydi.
16 yaşında dergilerde yayınlanan yazılarıyla yazı hayatına başlamıştı ve ölene kadar yazdı.
İstihbarat ve karşı istihbarat konulu kitapları, piyesleri, şiirleri, telif ve tercüme eserleri bulunur.
Bir kitabını, İstanbul’un işgaline ayırmış; adı da ‘Kara Bir Gün’.
8 Temmuz 1950 Cumartesi günü öldü.




TÜRK

Bir şiirini okuduğum için adını duymuş olan kardeşlerim, isim benzerliği ve kaynak yetersizliği sebebiyle karıştırdığı için bu yazıyı yazdım.
O şiiri ekleyerek bitiriyorum.
Aziz ruhuna saygıyla.

03/11/2020
Caner Kara

 

Görsen ki boğuşur hak ile kuvvet,
Haklının koluna kuvvet olursun.
Hakkın hikmetidir sendeki hikmet,
Ölsen de dirilir devlet olursun.

Öldün de dönmedin vefa yolundan,
Tanrıya hak dedik doğruya iman,
Düşen düşmanın da olsa kolundan,
Tuttun öldürmedin ey büyük insan.

Nice soysuzları geçirdin tahta,
Nice çobanları taçdâr ettin,
Hastalar dirilttin, sen oldun hasta,
İnsanlık aşkına yürüdün gittin.

Vatansız kalanlar sana sığındı,
Esiri misafir gibi besledin.
Kalbine merhamet kinden yakındı,
Bu düşman, bu dinsiz, nankör demedin.

Fakat: Esir silahlandı, dilenci duydu,
Nankörler ordusu birden üredi,
Baktığın hastalar gözünü oydu,
Ektiğin iyilikten yılan türedi.

Kimse görmemişken senden kötülük,
Kötülük etmeyen kimse kalmadı,
Fırsatı buldun mu kaçırma ey Türk!
Siyaset ilminin fırsattır adı.

Fiskenin cevabı yumruk olmalı,
Nankör cezasını çekmeli mutlak,
Olmasın dünyada adın zavallı,
Güven kuvvetine, işte budur hak.

Sev, koru, ara bul kardeşin Türk’ü,
Yormaz kuvvet verir milliyet yükü,
Şüphesiz bir din de Türklüktür çünkü,
Yabancı muhabbet tuzak demektir.

Tarihi okudum kapadım yine,
Yanmış dedelerim iller narına,
Çevirdim yüzümü Türk diyarına,
Türk olmayan bizden uzak demektir.

Aziz Hüdaî
(Hayat Mecmuası - 14 Temmuz 1927)



 
 



[1]
Kara Bir Gün
‘‘Fransız generalinin dün şehrimize gelişi dolayısıyla bir kısım vatandaşlarımız tarafından yapılan gösteriler, Türk’ün ve İslam’ın kalbinde ve tarihinde sonsuza kadar kanayacak bir yara açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüznümüz ve bahtsızlığımız sevince ve mutlu bir talihe dönse bile, yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzünle üzüntüyü çocuklarımıza ve soyumuzdan gelecek olanlara nesilden nesile ağlanacak bir miras olarak terk edeceğiz.

Almanya orduları 1871 senesinde Paris’e girdikleri sırada, Büyük Napolyon’un zaferlerini kutlamak için dikilmiş olan zafer takının altından geçerlerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti. Bizim dün sabah saat dokuzdan on bire kadar hissettiğimiz üzüntüyü ve azabı duymamıştı. Çünkü ‘‘Fransız’’ namını taşıyan her kişi, yalnız Hristiyanlar değil, Yahudi Fransızlarla Cezayirli Müslümanlar, o millî matem karşısında aynı keder ve utanç ile ağlamış ve kızarmışlardı.

Biz ise millî varlıklarının ve dillerinin devamını bizim âlîcenaplığımıza borçlu olan bir kısım halkın hay-huy şamatasıyla bu aziz matemimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. ‘‘Buna müstehak değildik’’ diyemeyiz. Müstehak olmasaydık, bu felakete düşmezdik. Her milletin hayat sayfalarında birçok talihler ve bahtsızlıklar vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva’yı Şarlken’in zindanından kurtarmış ve koca Viyana şehrini defalarca kuşatmış bir ümmetin kader defterinde böyle bir kederli satır da gizli imiş.

Araplar’ın güzel bir sözü var: ‘Isbır feinne’d-dehre lá yesbır’ (Sen sabret, çünkü zaman sabretmez) derler.”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SİNAN

ERDOĞAN'A AÇIK MEKTUP

İlk Kan: Ali Balseven