ATATÜRK NE YAPMAMIŞTIR?
Sevgili kardeşim;
Atatürk’e muhabbetimizi ifade ettikçe, husumeti olanların yüzlerinde bir
kızarma, gözlerinde bir kararma görmek de kaçınılmaz oluyor. Papağan gibi
ezberden üfürdükleri hurafeler çeşitli olsa da lafı evirip çevirip yaptıklarını
küçümsemeye getiriyorlar. Anlama kapasiteleri değil, kanları bozuk olduğu için
böyleleriyle konuşmanın bir faydası elbette ki yoktur. Zaten Atatürk’ün
yaptıklarını bırak, gündelik alışkanlıklarını, kişisel tercihlerini dahi merak
edeni tatmin edecek kadar eser yazılmış, yayınlanmış durumdadır. Yediği
çerezden, sevdiği türküye kadar, hakkında gizli saklı bir şey bırakılmamış ama
kanı bozukların kafası ters çalıştığı için bir defa da yaptıklarını değil,
yapmadıklarını anlatarak deneyelim. Atatürk’ün yapmadığı rastgele 5 şey
anlatacağım:
Mesela kardeşim;
Atatürk halife olmamıştır.
‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ gibi sıfatlar
kullanan ve kendilerine ‘kullarım’ diye hitap eden bir halifeye
alışık olan insanlar, Atatürk’e de halifelik teklif etmişler.
Atatürk o günleri şöyle anlatıyor:
‘Bu hocalar başımda yeşil bir sarık, yüzümde uzun bir sakal, geniş bir
cübbe içinde, elimde bir tespih beni öbür dünya ile ilgili bir adam yapmak
istediler. Şaşılacak bir şey varsa; bunların kalın kafaları beni hala anlamamıştır.’
Sadece hocalar değil; yakın çevresinden de aynı şekilde
telkinler yapılmış. Bakmış ki bunların da kafası kalın; daha açık anlatmış:
‘İşin garibi bazı arkadaşlardan, özellikle dışarıdan
bana halifelik önerileri olmuştur. "Siz Halife olunuz" demişlerdir.
Ben, bu önerileri daima gülerek yanıtladım. Halifelik, gereksiz hatta zararlı
bir kurum haline gelmiştir. Bundan beklenen amaç gerçekleşmemiştir. Dünya
Savaşı'nda gördük: Müslümanlar, Halife ordularına karşı savaştılar. Halife
ordularını Suriye'de arkadan vuranlar olmuştur. Bunlar aynı Halife'ye yıllarca
başkaldırmış ve bunları ortadan kaldırmak için gönderilen Türk askerlerini
şehit etmişlerdir. Halifelik yararlı durumunu korusaydı Müslüman dünyasının
buna sahip çıkmaları gerekirdi. Halifeliği ortadan kaldırdığımız günden bugüne
kadar kimsenin bunu üstlenmemesi, Müslüman dünyasının halifesiz de yürüyeceğine
ve yürümekte olduğuna en güzel örnek değil midir?’
Atatürk, halifelik makamını sadece kendi şahsı için değil;
yaşadığı dünya için de gereksiz görmüş ve kaldırmış. Kendilerine ‘kullarım’
diye seslenen bir halifenin yoksunluğundan morfinman gibi krizlere girenler,
ısrarla yaşayan bir put arayanlar, bu defa ağız değiştirmiş. Yavuz Bahadıroğlu,
Kadir Mısıroğlu gibi hasımları, istese de Atatürk’ten halife olmayacağını,
yeterince İslamî hassasiyeti olmadığı için o makama yakışmayacağını falan
gevelemişler.
Canları çıkana kadar ağıt yaktıkları, o makama çok
yakıştırdıkları halifelerin İslamî hassasiyeti neymiş, insan çok merak ediyor.
Abbasi, Emevi, Osmanlı ya da Fatımi olsun, 117 halifenin kaçında Atatürk’ten
büyük İslami hassasiyet varmış? Böylelerine sormak lazım; 117 halifenin
toplamı, Atatürk’ün kurtardığı kadar Müslümanı esaretten kurtarmış mıdır? İmkân
olsa da sayabilsek ama sanmam…
Geçelim.
Mesela kardeşim;
Atatürk sultan olmamıştır.
Stanford ve Berkeley mezunu, Yale, Koç ve Bilkent’te
çalışmış, şimdilerde Bard College’da çalışan bir tarih hocası var; Prof. Sean
McMeekin… Abdülhamid’in tahta çıkışından Lozan’a kadar yaşanan süreci, Osmanlı’da
Son Fasıl adlı 526 sayfalık bir kitapta toplamış. Kitabıyla ilgili bir
söyleşi yaparken, Dr. Berna Bridge’e diyor ki:
‘1922’deki askeri prestijini kullanıp sultan olmayı istemek yerine, anayasal
bir Türkiye Cumhuriyeti vizyonunu öne sürmesi, beni çok etkiledi.’
Evet; Atatürk’ten bahsediyor. Atatürk’ün bu konuda görüşleri,
yabancı profesörün değerlendirmesinden çok daha açık. Neden sultanlık değil de
cumhuriyeti tercih ettiğini şöyle anlatmış:
‘Cumhuriyet, ahlaki fazilete dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir.
Sultanlık, korku ve tehdide dayanan bir idaredir. Cumhuriyet idaresi, faziletli
ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık, korkuya ve tehdide dayandığı için
korkak, alçak, sefil ve rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark, bunlardan ibarettir.’
Maalesef ömrü sultanlığın yetiştirdiği sefilleri yok etmeye
yetmediği için, sultanlık bakiyesi korkak alçak, sefil ve rezil insanlar,
kendileri gibi nesiller yetiştirdi ve geldiğimiz noktada cumhuriyetin
faziletini yaşama şansımız olmadı. Halifelik konusunda aleyhinde konuşan sağcı
yobazlar gibi, sultanlık konusunda aleyhinde atıp tutan solcu yobazlar da
türedi. Zeki Sarıhan gibiler, Atatürk’ün sultan olmak istese bile
olamayacağını, dönemin şartlarının buna uygun olmadığını falan anlatıp durdular.
Her konuda olduğu gibi, örneklerini Çin ve Rusya’dan aldıkları için oralarda
krallıklar yıkılıyorsa, başka yerlerde mümkün olmadığını iddia etmişler.
Halbuki, o dönem dedikleri devirde, Osmanlı’dan toprak koparan her
millet, krallık kuruyordu. Batıda Bulgaristan ve Yunanistan gibi ülkeler de
doğuda Arabistan, Irak, Suriye gibi yerler de Osmanlı’dan ayırılarak yeni
krallıklar oldular.
O devirleri bırak; bu devirlerde de krallıklar, hanedanlar varlığını devam
ettiriyor. Bütün dünyayı Moskova’dan ibaret sanan komünistler görmek istemese
de İngiltere, Danimarka, İspanya, İsveç, Hollanda, Monako, Lihteştayn, Vatikan,
Belçika, Lüksemburg gibi batı ülkelerinde hala saltanat var. Maalesef,
güdülmekte ısrar eden insanlar, her rejimde çoban buluyor ama kalkınmakta ısrar
eden insanlar, en despot rejimlerde bile bir çıkış yaratıyor.
Geçelim…
Mesela kardeşim;
Atatürk çocuk yapmamıştır.
2,5 yıl evli kalmış ama İlham Aliyev gibi birini milletin
başına bela etmemek için çocuk bırakmamıştır. Saltanata karşı olsa da kendisinden
geriye bir oğul kalsa, onu kutsamak için pusuda bekleyen milyonlarca şuursuz
olduğunu elbette biliyordu. Anlattıklarını, gösterdiklerini, tavsiye
ettiklerini kulak arkası edip, rakı içerek kendisini örnek aldığını sanan
milyonlarca şuursuz ukala, Atatürk saltanata karşı olsa da oğluna sultanlık
yakıştırırdı. Tarihe yön veren büyük adamların oğulları olmaz. Atatürk’ün de
olmamıştır. Arkasından dedikodu yapanların, fitne makinesi ustalarının bir
takım ipe sapa gelmez hurafeleri sürüp gitse de Atatürk’ün oğlu ya da kızı
yoktur. Bazı sahip çıktığı yetimleri Atatürk’e evlat etme konusunda başarılı
olamayan şarlatanlar, bazı zamanlar da lafı erkekliğine getirdiler. Kafaları
hep bel altında çalışır ya, bu konuda da öyle yaptılar. Sözde, yıllarca at
üstünde cepheden cepheye koştuğu için varikosele bağlı kısır olmuş. O sebeple
çocuğu yokmuş. Kendi ataları hiç ata binmemiş olacak ki bunlar gibi yamuk yumuk
nesiller türetmekte bir sıkıntı çekmemişler. Öve öve bitiremedikleri
Osmanlı’nın 36 padişahı, hiç ata binmeyen adamlardan mı türemiş bilinmez ama
Müjdat Gezen’in bu konuda çok güzel bir hatırasını okudum. Naftalin Bozulmuşsa
adlı kitabında şöyle anlatmış:
‘Bir gün Atatürkçü bir dernekteyim. Konuşma yapacağım. Daha önceden beni
uyardılar. ‘Bir çocuk var, sizi sıkıştırmaya çalışabilir’ diye.
Tam konuşmamı yaptım. Soruları bekliyorum. Bir el kalktı. Baktım bu bahsedilen
çocuk. Yüzünden anlaşılıyor çünkü. Ayağı kalktı. ‘Siz Mustafa Kemal’i
çok seviyorsunuz’ dedi. Ben de ‘Evet’ dedim. Sonra devam
etti sormaya ‘Atatürk’ün oğlanlara karşı bir düşkünlüğünün olduğu
konuşuluyor’ dedi. Ben de cevap olarak, ‘Bilmiyorum. Ama eğer ki
dediğin gibiyse sen o treni kaçırdın’ dedim ve bir dakika sonra yan
kapıdan tüydü gitti.’
Bu konu da anlaşıldıysa geçelim.
Mesela kardeşim;
Atatürk servet yapmamıştır.
Hindistan hilafet komitesi, 30 Ocak 1920/ 12 Ağustos 1922
tarihleri arasında toplam 843. 294 lirayı, Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına
göndermişti. Bu paranın 500.000 lirası, zaferden önce ‘Batı Cephesi
Komutanlığı’ emrine verildi. 380.000 lirası, zaferden sonra ‘İcra Vekilleri
Heyeti’ kararıyla, Mustafa Kemal Paşa’ya iade edildi. O zamanın adamları,
hırsız değildi, artan parayı getirip teslim ettiler.
O devirde Osmanlı Bankası vardı ve onun da idarecileri
yabancı olduğu için cumhuriyet hükümetine düşmandılar. İthalat- ihracat işleri,
Rum, Ermeni ve Yahudi tüccarların tekelindeydi. Savaş döneminde bu durumun
sıkıntıları çok çekildi. Atatürk, eline geçen paranın 250.000 lirasını sermeye
olarak koydu ve İş Bankası’nı kurdu. Osmanlı Bankası’nın müdürü Hanri Stegg,
Paris’teyken bu haberi alıp koşa koşa büyükelçiliğe gitti. O günlerde Paris
büyükelçimiz Ali Fethi Okyar… Osmanlı Bankası’nın müdürü, bu yeni banka
konusuna isyan ediyordu; hata yapıyorsunuz, milli banka olmaz, siz bu işlerden
anlamazsınız gibi laflar etti. Fethi Okyar, bu olayı Atatürk’e bildirmiş.
Atatürk de cevaben bir mektup yazmış. Şöyle diyor:
‘Mr. Stegg’in ikazının doğruluğunu biliyorum… Osmanlı Bankası müdürü gibi
düşünenler burada, Millet Meclisi’nde, hatta hükümet azası içinde olanlar var.
Fırka grubunda da mevzu, gündemde yer alacak kadar mühim sayıldı. Celal Bey’in
izahatı ve şu kısa zaman içinde alınan ümidi neticeler tereddütlerimizi izale
etti. Öyle olmasaydı da devam edecekti. Hatta diyebilirim ki, bu menfi tavırlar,
muvaffakiyete mesnet oluyor. Çok şeyde olduğu gibi…’
Evet;
Atatürk’e olmaz, yapılamaz, beceremeyiz demek modaydı. Böyle durumlar da
Atatürk’ün dediği muvaffakiyete mesnet olmaya yarıyordu. Neye ‘mümkün
değil’ dense, Atatürk o işi yapıyordu. İşte o mümkün değil denen
işlerden bir yenisi daha sıradaydı.
Atatürk’ün elinde, 100-120.000 lira kadar bir para kalmıştı.
Bu parayla araziler almaya başladı. Bazen sahiplerinden, bazen de Metruk Mallar
İdaresi’nden, bataklık, çoraklık, verimsiz araziler topladı. Ankara’da Orman
Çiftliği, Silifke’de Tekir ve Şövalye çiftlikleri, Tarsus’ta Piloğlu Çiftliği,
Dörtyol’da Karabasamak Çiftliği ve portakal bahçesi, Yalova’da Baltacı ve
Millet çiftlikleri ve sair arazileri aldı ve ıslah etmeye başladı…
Bu çiftlikleri toplama ve ıslah etme işine de İsmet İnönü ve
birçok kimse karşı çıkıyordu. Öyle ki işin sonunda İsmet İnönü’nün başını yiyen
de bu çiftlikler olacak ama o başka bir zamanın konusu…
Bu araziler adam olmaz diye düşünüyorlardı. Atatürk, onları da dinlemedi.
‘İşte istediğim yer, böyle olmalıdır. Ankara’nın
kenarında, hem batak, hem çorak, hem de en fena yer… Bunu biz gelip ıslah
etmezsek, kim gelip ıslah edecek’ diyerek bütün itirazları görmezden
geldi.
Çiftlikler, çok kısa zamanda kâr eden yerlere dönüştü. Kendi
gelirleriyle kendilerini geliştiren işletmeler oldular. Bu sırada Eski Mısır
Hidivi Abbas Hilmi Paşa, Türk vatandaşlığına geçti ve minnettarlığını göstermek
için Halk Fırkası’na 900.000 lira bağışladı. Bu paranın tamamı gibi İş
Bankası’nın hisse senetlerinden gelen temettü ve mevduat faizleri de
çiftliklere harcandı. Yüzüne bakılmayan, hastalık kaynağı haline gelmiş ya da
kaderine terk edilmiş araziler üzerine kurulan bu çiftlikler, çok kısa zamanda
bacasız fabrikalara dönüşmüş, sermayesinin çok çok üstünde kâr eden,
cumhuriyetin gurur tablosu haline gelen yerler olmuştu.
Atatürk’e ‘yapamazsın’ demişler ve o da bir kere daha
bunları mahcup etmişti. En yakınındaki kişilerin bile fark etmediği planı tıkır
tıkır işliyordu.
1933 yılında, bir kanun hazırlatmış ve mecliste onaylatmıştı. Bu kanuna göre,
bir kimse, mallarını varisleri dışında bir yere bağışlama hakkı edinmişti.
Yaşarken mallarını istediği yere bağışlama hakkı, medeni kanunun bir parçası
olmuştu.
Bu kanunu ve çiftlikleri hazırlayan Atatürk, 1937 yılında,
Trabzon gezisinde olduğu bir sırada, bütün bu çiftliklerin tamamını hazineye
bağışladığını bildiren bir mektubu meclise gönderdi. Şöyle yazmıştı:
‘Bu müesseselerin; ziraat usullerini düzeltme, istihsali artırma ve
köyleri kalkındırma yolunda devletçe alınan ve alınacak tedbirlerin hüsnü
intihap ve inkişafına çok müsait birer âmil ve mesnet bulunacaklarına kani
bulunuyorum ve bu kanaatle tasarrufum altındaki bu çiftlikleri, bütün tesisat,
hayvanat ve demirbaşlar ile beraber hazineye hediye ediyorum.’
Atatürk’ün topladığı verimsiz, bataklık ve çorak araziler,
artık millet hazinesine eklenen birer servet haline gelmişti. En başta bu
girişime karşı çıkan vekiller, en başta da İsmet İnönü, meclis kürsüsünde
teşekkür konuşması yapmak için yarıştılar. Atatürk, şahsına gönderilen parayı,
milletine hizmet edecek en verimli şekillerde kullanmış ve sağlığında,
dirliğinde, milletine hediye etmişti. Üstelik bu planı, yıllar öncesinde
işleterek, her işte olduğu gibi başarıyla uygulamıştı.
Bitmedi.
Hastalığı iyice ilerlediği sırada, 5 Eylül 1938’de
vasiyetini yazdı. Ertesi gün Altıncı Noter İsmail Kunter’i Çankaya’ya çağırdı.
‘Bu benim vasiyetimdir. Size teslim ediyorum. Kanuni icabatını icra
edersiniz’ diyerek teslim etti. Ölümünden sonra, 28 Kasım 1938
tarihinde, Ankara Adliyesi 3. Sulh Hakimliği’nde vasiyeti açılırken, kız
kardeşi Makbule Hanım, Adliye Vekili Hilmi Uran, Dahiliye Vekili Refik Saydam,
Hariciye Vekili Şükrü Saraçoğlu, bazı vekiller, hakimler ve avukatlar da orada
hazır bulunuyordu.
Atatürk, vasiyetinde şöyle yazmıştı:
‘Sahip olduğum bütün nakitler ve hisse senetleriyle Çankaya’daki menkul ve
gayrimenkul mallarımı, Cumhuriyet Halk Partisine, aşağıdaki şartlarla terk ve
vasiyet ediyorum:
1- Nakitler ve hisse senetleri, şimdiki gibi, İş Bankası
tarafından nemalandırılacaktır.
2- Her seneki nemadan, bana nispetleri şerefi mahfuz
kaldıkça, yaşadıkları müddetçe, Makbule’ye ayda bin, Afet’e 800, Sabiha
Gökçen’e 600, Ülkü’ye 200 lira ve Rukiye ile Nebile’ye yüzer lira verilecektir.
3- Sabiha Gökçen’e bir ev de alınabilecek ayrıca para
verilecektir.
4- Makbule’nin yaşadığı müddetçe Çankaya’da oturduğu ev de
emrinde kalacaktır.
5- İsmet İnönü’nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal
için muhtaç olacakları yardım yapılacaktır.
6- Her sene nemadan artan miktar yarı yarıya, Türk Tarih ve
Dil kurumlarına tahsis edilecektir.
Evet;
Atatürk, kendisinden kalan bütün malların takip edilmesi işini partisine
bırakmış ve sahip çıktığı yetimleri, kardeşini ve en önem verdiği kurumları da
unutmamıştı. Bazılarının anlamaya müsait olmayan kafaları, bugün de aynı
şekilde işliyor olsa da açıklamakta fayda var:
Atatürk, bu listede kimlere para verileceğini yazmış. CHP’nin işi, mallara
çökmek ya da para almak değil, o paranın gideceği yerlere ulaşmasını sağlamak.
Bunlar dışında, gittiği illerde kendisine hediye edilen ev,
köşk vs. yerleri de o illerin belediyelerine geri vermiş. Bugün müze olmaları,
o belediyelerin kendi takdirinden ibarettir.
Özetle;
Atatürk, bir yetim olarak çıktığı yoldan, bir kefen dışında bir şey götürmüş
değildir. Tam aksine, milletine hediye ettikleri – en başta da bağımsızlık
şerefi- paha biçilmeyecek kadar değerli şeylerdir.
Bu da tamamsa geçelim.
En değerlisini en sona sakladım.
Sevgili kardeşim;
Atatürk teslim olmamıştır.
Bak kısaca anlatacağım;
İmparatorluğun zaten parçalandığı devirde doğmuştur. Ortada merkezi idare
namına bir şey, devlet otoritesi adına bir eser kalmamış, Osmanlı- Rus Savaşı
sonrası şartlarda, İstanbul’da yabancı devletlerin borusunun öttüğü günlerde
dünyaya gelmiştir. 5 yaşında yetim kalmış. 12 yaşında askeri rüştiyeye, 14
yaşında askeri liseye, 18 yaşında Harp okuluna girmiş. 21 yaşında gazete
çıkarmış, 24 yaşında hapse atılmış. 28 yaşında 31 Mart İhtilali’nin genç bir
subayı…
Öncesi, sonrası, bütün hayatı bir ateş sarmalı…
Selanik, Manastır, Şam, İstanbul, Trablusgarp, Sofya, Tekirdağ, Arıburnu,
Anafartalar, Bitlis, Muş, Tekrar İstanbul, Halep, tekrar tekrar İstanbul…
Sonrası tufan…
Samsun, Erzurum, Sivas, Amasya, Ankara, Kocatepe, Dumlupınar, İzmir…
Üç farklı kıtada, 15 yıl cephe savaşı.
Irak’a giden işgalci serserilerin bile üç ayda kafası kırılıp 10 sene terapi
gördüğü dünyada, 15 yıl ateş çemberinde yaşamış adama burun kıvıran, 6 ay
askerlik yapmamak için banka kredisi çeken insanlar…
Cepheden mi ibaret?
Psikolojisi mi bozulmuş?
1920’de, savaşın en hararetli günlerinde, Anadolu Ajansı ve Hakimiyet-i Milliye
Gazetesi’ni kurmuş. 1922’de saltanatı, 1924’te hilafeti kaldırmış.
Yetmez!
1925’te Aşar vergisini kaldırmış; köylünün malından alınan haracı iptal etmiş.
1926’da Medeni Kanun’u çıkarmış.
1927’de mecliste büyük nutkunu okumuş; milletine hesap vermiş.
1928’de, gördüklerini anlamıyorlar, belki okuduklarını anlarlar diye yeni
harfleri getirmiş.
1931’de Türk Tarih Kurumu,
1932’de Türk Dil Kurumu’nu kurmuş.
1937’ye kadar çiftliklerle, fabrikalarla uğraşmış.
Bir yandan çevresini saran iş bilmez, boşboğazlarla, diğer
yandan isyanlarla, suikast girişimleriyle uğraşmış. Sınırların dışında İkinci
Dünya Savaşı’na hazırlanan ve topraklarımıza göz diken hasımlarla mücadeleyi de
bırakmamış.
Yazdığı ve çevirdiği toplam 9 kitap var.
3937 kitap okumuş.
Türkçe dışında 7 dil konuşmuş.
Kısa keseyim ki hasımları kahrından gebermesin;
Özetle kardeşim;
Selanik’i, anasını, kız kardeşini, Manastır’ı, padişahı, sarayı, üniformayı, eşini,
arkadaşını ve kim gerekiyorsa onu terk etmiş ama ne mücadelesini ne de
milletini terk etmemiş.
Arnavutluk, Trablusgarp, İkinci Balkan, Çanakkale,
Suriye-Filistin cepheleri ve cehaletle savaşını kaybetmiş ama bugün bile
milletini kaderine terk etmemiştir.
31 Mart, Doğu Cephesi, Kurtuluş Savaşı, saltanat, hilafet ve
esarete karşı savaşını kazanmış ama hiçbir zaferin nimetlerini kendisine
saklamamıştır.
Hakkında her şeyi diyen bir kanı bozuk bulunur ama pes etti
diyecek kadar aptalı çıkmamıştır.
Bugün İzmir’in kurtuluşunun 100. Yıl dönümü ve ben de bu
vesileyle bir kere daha anlatmak istedim.
Aziz hatırasına saygıyla.
Bunu okuyup halaaa anlamayacak yada anlamak istemicek %52 kim kısım var çok yazık
YanıtlaSilEline, yüreğine sağlık Caner Bey.
YanıtlaSilKalemine sağlık.
YanıtlaSil