Tanrı Aptalların Duasını Dinlemez



Ho Chi Minh, Vietnam’ın sözde efsane lideridir.
1920 yılında Fransız Komünist Partisi’nin kurucuları arasında yer almıştır. Siyasete atıldığı yer, öğrencilik yıllarında, ülkesinde işgalci olarak bulunan Fransa Devleti’dir. Bundan 5 yıl sonra, artık işini bilen bir komünist olarak Çin sınırları içinde bir komünist parti kurmuştur. Fransa’da öğrendiği komünistliğin stajını Çin’de yapmış, artık usta bir komünist haline gelince de kendi memleketine dönme kararı almıştır.
1940 yılında, yani II. Dünya Savaşı sırasında Japonlar ülkesini işgal ettikten bir yıl sonra, Vietnam’a dönmüştür. Fikir ve eylem sahasına, ülkesini işgal eden Fransızlara karşı milliyetçi tavırla giriş yapan Ho Chi Minh adlı bu keçi sakallı zat, aynı Fransa’da komünist olmuş, şimdi de bu komünistliği ülkesine ithal etmiştir. II. Dünya Savaşı’nın en hararetli zamanlarında Vietminh adını verdiği komünist örgütü kurmuştur.
1945 yılında bu örgütün başındaki Ho Chi Minh, artık komünist hükümetin başkanıydı. O sırada ABD’nin başında, Harry Truman adını kullanan, Salamon Truman vardı. Ho Chi Minh, komünist hükümeti kurduktan sonra, komşusu komünist Çin’den ya da komünist Sovyet Rusya’dan değil, bu kapitalist Truman’dan yardım istedi. Truman’ın memnuniyetle kabul ettiği bu tekliften sonra Amerikan dolarları ve askerleri Vietnam’a akmaya başladı. Bu yardımlar sayesinde Vietnamlıların ‘Ho Amca’sı, 60.000 kişilik bir komünist ordu kurdu ve bu kızıl ordunun 40.000 neferini, Amerikan silahlarıyla donattı. Sözde bağımsız olan ve demokratik geçinen, batının uslu çocuğu olan Güney Vietnam’ın gelecekteki başkanı Ngo Dinh Diem, aynı yıl bu Ho Amca tarafından tutuklandı ve sürgüne gönderildi. 1954’te, Amerika tarafından kurulan Güney Vietnam’ın başına getirilmek için sürgünden geri getirildi. Diem’i 9 yıl sürgünden sonra Vietnam’a getiren ve kukla olarak kurduğu Güney Vietnam Devleti’nin başına geçiren ABD, bir 9 yıl daha geçince, 1 Kasım 1963’te askeri bir darbeyi desteleyerek bu kuklayı devirdi ve bir gün sonra da kurşuna dizdirdi. Böylece meydan da keçi sakallı Ho Amca’ya kalmış oldu. 1945’ten sonra Kuzey Vietnam’a asker, silah ve mühimmat veren Amerika, 1954’ten sonra Güney Vietnam’a aynı şekilde silah ve mühimmat göndermeye başladı. Bazı kaynaklara göre, Güney Vietnam’da 1962 yılına gelindiğinde, Amerikalı askeri danışman sayısı 11.000 olmuştu. Amerikalı askerle dolmuş olan ordu 1 yıl sonra da darbe yaparak, bizzat devletin başına oturttukları kuklayı kurşuna dizdi. Bir daha da o ülke istikrar yüzü görmedi.
Aynı yıl ‘Kuzey Vietnam askerleri bir botumuzu batırdı’ diyerek Vietnam Savaşı başlatıldığında, Amerika’nın başında Lyndon Baines Johnson vardı. ‘Kıbrıs’ta katliam yapan EOKA militanlarına bir şey yaparsanız çok kötü olur’ diye Türkiye’ye tehditler savuran Amerikan köpeğidir kendisi. Amerika’nın Ho Amca’ya hibeler vererek kurduğu Kuzey Vietnam’ın 60.000 kişilik komünist ordusu, 1968 yılına gelindiğinde 320.000 kişilik bir canavar haline gelmişti. 1968 yılında, Amerikan askerlerinin Güney Vietnam’dan çekilme kararı açıklanırken, yeni Amerikan başkanı -Richard adını kullanan- Milhous Nixon, sanki üç senede Kuzey Vietnam’a 500.000 ton bomba atan kendi devleti değilmiş gibi, ‘Güney Vietnam artık kendi başına savaşsın’ dedi; çekildi.
1969’da kaçan ABD askerleri, 1970’te gelip, bu sefer de komünistleri bahane ederek Kamboçya’yı bombaladı. Savaşı bütün güneydoğu Asya’ya yaydılar. Ortalığı kan gölüne çeviren ve korkak bir köpek gibi havadan vurup kaçmayı askerlik sanan Amerikalılar, 1973 yılında tası tarağı toplayıp, korkak köpeklere yakışır bir şekilde Vietnam’dan kaçtılar.
Masa başında uyduruk anlaşmalar yaparak, sözde barış ortamı sağlamışlardı. Uyduruk Güney Vietnam Devleti’nin kendi başına yaşaması 1 yıl bile mümkün olmadı. 1974 yılında, yakıp yıkarak Güney Vietnam’a dalan komünist Kuzey ordusu, şehir şehir bütün ülkeyi topraklarına kattı. Onların ilerleyişi sürerken de dünya gazeteleri, işgal ettikleri yerlerde çok kan akıttıklarından, vahşet yaptıklarından dem vuruyordu. 1976’da bütün Vietnam, komünistlerin devleti haline gelene kadar insan göçü, vahşet, katliam devam etti.
Fakat!
Bu durum Vietnam’la sınırlı kalmadı. Komşu ülkelerden Kamboçya ve Laos da artık komünist idareler altına girmişti.

Tanıdık geldi mi? Belki de tanıdık gelmemiş olabilir. İçinde Amerika ve Fransa olan bir hikâye daha anlatmak lazım o halde.

İran'ın Nükleer Mühendislik Okulu'nu ABD açtı. 
Sovyetlere karşı nükleer güç oluşturmak isteyen ABD, 1967 yılında İran’a 5 megavatlık bir su arıtma reaktörü sattı. 1958 yılında Uluslararası Atom Enerjisi kurumuna ABD’nin desteğiyle üye olan İran, hemen nükleer mühendislik okulları açtı ve uzman yetiştirmeye başladı. 1977 yılına gelindiğinde ABD İran’la nükleer iş birliği anlaşması imzaladı. İran’a sekiz nükleer santral kurma sözü verdi. Fransa da peşinden geldi. İki nükleer santral sözü de o verdi. Nasıl bir hikmeti varsa, bu iki ülke, İran’a nükleer santral kurmak için yarışa girmişlerdi. Uranyum madeninde 1000/7 oranında bulunan uranyumu %4 oranına çıkarmak, santrallerde kullanmak için yeterlidir. 1967 yılında ABD, 100/93 oranında uranyum kullanan bir reaktör ve 5 kg. zenginleştirilmiş uranyumu İran’a hediye etti. Bunları hediye eden ve Tahran Üniversitesi’nde uranyum zenginleştirmeyi İranlılara öğreten de aynı ABD’dir. Denilecek ki; o tarihlerde İran’da bu rejim yoktu. Doğrudur.
İran’da İslam devrimi olduğu sırada, 1974 yılında temeli atılan nükleer santralın yapımında Siemens’e bağlı 2.000 Farslı ve Alman çalışıyordu. Birinci reaktör %85, ikinci reaktör %65 tamamlanmış durumdaydı. Binlerce İranlının yapımında çalıştığı ve üniversitelerinden binlerce nükleer enerji uzmanı mezun veren İran’da, 1979 yılında devrim oldu.
1964 yılında sürgüne gönderilen Humeyni, 14 yıllık sürgün hayatı boyunca devrime yaklaşamamıştı. İran şahı, önce Türkiye’den Irak’a kovulmasını sağlamış ve 1978 senesinde, Saddam Hüseyin’in iktidarındaki Irak’tan bile Humeyni’yi kovdurmayı becermiştir. Kendi ülkesinde İslam’a uygun olmayan icraatlar yaptığını iddia ederek (aslında devletin toprak reformlarıyla el koyduğu toprakları için yırtınıyordu) isyan ettiği hükümet tarafından kovulunca, soluğu Fransa’da almıştı. 14 yıl boyunca, Türkiye ve Irak’ta geçirdiği sürgün hayatından bir netice alamayan Humeyni, Fransa’ya gidince daha bir yıl bile geçmeden İran’daki şah devrilmişti. Ekim 1978’de Humeyni’yi Irak’tan sürdürecek kadar güçlü olan İran Şahı, Humeyni Fransa’ya gidince, Ocak 1979’da kendi ülkesini terk etmek zorunda kalan devrik bir lider durumuna düşmüştü. Şimdilerde Amerika’nın başını çektiği batılı orduların veryansın ettiği İran İslam Cumhuriyeti, işte böyle kuruldu.

Tanıdık geldi mi? Tanıdık gelmemiş olabilir. İçinde Amerika ve Fransa geçen bir hikâye daha anlatmak lazım o halde…

Mişel Eflak, Saddam Hüseyin'le
I.Dünya Savaşı’ndan sonra Suriye ve Lübnan’da Fransız mandası hakimdi. Hani şu keçi sakallı Ho Che Minh’in ülkesi Vietnam gibi. Tıpkı onun gibi gençlik yıllarında Fransız sömürgesine isyan eden Şamlı bir milliyetçi vardı; Mişel Eflak. Başta Fransız sömürgesi düşmanı bir milliyetçi olan bu Mişel, Paris üniversitesinde öğrenim görmeye gitti; kendi ülkesine komünist olarak döndü. 1943 yılında BAAS hareketi kurulduğunda, kurucuları arasında bu da vardı. 1947 yılında BAAS, artık parti oldu; Mişel de genel sekreter. Hristiyan ve Marksist bir Arap’ın fikrileri doğrultusunda kurulan bu Baas Partisi, 1968’de Irak’ta, 1970 yılında da Suriye’de darbeyle iktidarı ele aldı. Devirdikleri iktidarlar da tıpkı Baas Partisi gibi ilhamını, sömürgesi altında ortaya çıktıkları Fransa’dan almışlardı. Yakın tarihin meselesi olduğu için uzatmayalım; iki rejimin de sonu Amerika ve Fransa’nın başını çektiği askerî gücün elinden oldu. Bu örnekleri sonsuza kadar uzatmak mümkündür.
Asıl konuya dönecek olursak, Irak ve Suriye’de yaşanan kargaşa ortamını anlayabilmek için, çok gizli askerî yazışmaların ortaya saçılmasına falan gerek yoktur. ‘Huylu huyundan vaz geçmiyor’ demek yeterlidir.  ABD Irak’a girmiş, gerekli kargaşa ortamını bizzat yaratmış, çekilirken de bir dahaki seferi garanti etmiştir. Amerika’nın askerlerini çektiği yerlerde öyle bir kaos ortamı oluşmuş ki; dünyanın kukla devletlerinin avel yöneticileri, hep bir ağızdan aynı şarkıyı söylemeye başlamıştır:
‘Amerika müdahale etsin, zavallı insanları kurtarsın’.
Normal şartlarda insan hakları ihlali, insanlık ayıbı, savaş suçu olan şeyler, bu ortamda Amerika ve çanak yalayıcıları için ‘kahramanlık gösterisi’ haline gelmiştir. İşid’e karşı kurulan koalisyona en önce, koşa koşa, seve seve Fransa katılmıştır. Paris’in varoşlarında güvenliği sağlamaktan aciz bu haçlı çocuğu, ırksızlar devleti, Suriye ve Irak’ın asayişi için hayrete düşüren bir gayrete gönüllü olmuştur.
ABD, değişmeyen bir şekilde silah ticaretinde birinci sırada bulunan ülkedir. Fransa, İngiltere, Rusya gibi ülkeler, her devirde bu listenin en üstlerinde yerini almıştır. Barış, kardeşlik, savaş karşıtlığı gibi palavraların en geveze devletleri, dünya silah ticaretinin en üst sıralarındaki yerlerini kimseye bırakmıyorlar.
İstikrarın, düzenin, asayişin, barışın olduğu coğrafyalarda silah ticareti yapılamaz. İşgal savaşlarına, tecavüz ordularına, kitle katliamlarına, sivil ölümlerine, barışın hâkim olduğu ülkelerde kılıf uydurulamaz, mazeret bulunamaz.
İŞİD meselesi bundan ibarettir. Osmanlı’ya isyan bayrağı açarken İngiliz-Fransız himayesine sığınanlar, Fransız malı bir fikirle cehennemi boylamıştır. Fransız devşirmesi Mişel Eflak’ın peşine takılıp iktidara çöken Baas yönetimi, borusunu çaldıkları ülkelerin kanlı oyunlarıyla devrilmiştir. Baas idaresi devrilirken, işgal kuvvetlerinin postallarını yalan aşiret devletleri, sözde özgür ordular, İŞİD elinden kan ağlamaktadır.
Irksız, soysuz, ortak değersiz işgal devletleri de kendi ürettikleri kaoslardan elde ettikleri gelirle, ortak değersiz toplumlarını domuz gibi doyurarak bir arada tutmaya devam etmektedir.
Böyle gelmiş, böyle gitmektedir.
18 Ekim 2014

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ATATÜRK NE YAPMAMIŞTIR?

IRKÇI MISIN? - 4

ZENCİ